Geri Git   RASTGELSİN AMATÖR BALIKÇILIK FORUMLARI > SOHBET ve EĞLENCE > SAĞLIK

SAĞLIK Sağlık konusunda herşey.




Yanıtla
 
Konu Araçları Görünüm Modları
Eski 06-01-2006, 08:42   #1
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan Biraz da psikoloji

Kaynak : Ders Notlari

NEVROZLAR
Nevrozlar; sinir sisteminin fonksiyonel bozukluğu sonucunda ortaya çıkan, çeşitli nörolojik ve psişik belirtilerle, bu çerçevede, emosyonel labilite, fiziksel ve ruhsal yorgunluk, somatik şikayetler ve başka bunun gibi patolojik durumlarla ortaya çıkan hastalıklardır. "Nevroz" terimini ilk defa 1776 yılında Hollandalı hekim U. Gullen tarafından önerilmiştir. XIX. asrın sonlarına kadar bazı somatik, nörolojik, ruhsal ve diğer hastalıklar nevrozlar gibi kabul edilirdi. F. Pinel körlüğü, sağırlığı, bağırsak tıkanıklığını, tetanus hastalığınıda nevroz olduğunu düşünüyordu. M. Romberg ise hatta felçleri, beyin sifilizini, periferik sinir sisteminin hastalıklarını nevrozlar gibi takdim etmeye gayret göstermişlerdir. XIX. asrın sonuna doğru patoloji anatomiyanın, histolojinin gelişmesi ile ilgili olarak nevroz konusuna yaklaşım değişmeye başladı ve onun MSS'de hiçbir değişiklik oluşturmayan, sırf fonksiyonal bir hastalık olduğu tesbit edildi. 1911 yılında P. Janet nevrozların oluşmasında psikogenlerin rolünü tesbit ederek gösterdi ki, basit reaksiyonlar (psikonörolojik belirtiler) daha karmaşık reaksiyonların (yüksek sinir faaliyetinin) uyuşmazlığı, daha doğrusu, onların dengesinin bozulması sonucunda meydana gelmektedir. Bu düşünceleri savunan P. Duboya (1912) "nevroz" terimini "psikonevroz" terimi ile değiştirmeyi önerdi.
Nevrozların çağdaş tasnifatı hâlâ da tartışmalıdır. Bazı bilim adamlarının fikrine göre nevrozların klasik üç tipi:
1. Nevrosteniya Obsessif Durumlar Nevrozu
2. Histeri ve onunla birlikte diğer nevrozlar
3. Nevrotik Durumlar,
mevcuttur.
Bunlara hipokondriyazis, depressif nevroz, fobi nevrozu, vejetanevroz v.s. de dahil edilebilir.
NEVRASTENİ
Nevrozların en yaygın tipi olan nevrasteni ilk kez 1869 yılında American Psikiyatrist C. Brid tarafından tanımlanmıştır. Yazarın düşüncelerine göre sanayinin süratli gelişmesi ile ilgili olarak oluşan stress bu hastalığın meydana çıkmasında önemli rol oynayan etkenlerdendir. Hastalığın klinik görünümünü oluşturan temel semptom yapısı astenidir. Hasta en basit bir işi gördüğü zaman bile çok çabuk yorulur, ruh hali değişir, en basit sebebe bağlı affektif tepkiler ortaya koyar. Çeşitli tiplerde ortaya çıkan uyku bozuklukları; geç uyuma, yüzeysel uyku, kabus görmeler, uykudan uyanırken kendini mutsuz hissetme v.s. gibi belirtiler tesbit edilir.
Hastalığın kliniğinde dikkati çeken üç aşamayı görmek mümkündür.

a- Hipersteniya
b- Huzursuz edici zayıflık
c- Hiposteniya
Nevrasteninin seyrinde peşpeşe zayıflık tesbit edilen bu aşamalara bazı araştırmacılar hastalığın sub-grupları gibi yaklaşır.
Hipersteni aşamasında rastlanan başlıca belirtiler; uyarana karşı hassasiyetin artması, sabırsızlık, sebatsızlık, çabuk sinirlenme ve dikkatin bozulmasıdır. Bazı durumlarda "astenik mentizm", yani düşüncelerin karmaşıklığı tesbit edilebilir. Bir müddet geçtikten sonra hastalığın kliniği tedricen değişir, huzursuz edici zayıflık belirtileri; genel zayıflık, ruh halinin sık sık düşmesi, uykuculuk gibi belirtiler ortaya çıkar.
Hastalığın sonraki aşaması hiposteni; ruhsal ve fiziksel yorgunluğun baskın olması ile ortaya çıkar. Yukarıda belirtilen aşamaların süresi hastalığın ağırlık derecesinden, organizmanın bireysel direncinden, en önemlisi ise hastalığın oluşmasında temel bir yer tutan zararlı etkenlerin (ruhsal travmalar, gerilimli çalışma ortamı, toksik nedenler v.s.) devam etmesine bağlıdır. Bazı durumlarda hastalık aylarca devam edebilir. Bazen ise yıllarca sürebilir. Bu durumlarda kişiliğin nevrotik gelişimi ihtimalini düşünmek gerekir. O. V. Kerbikov (1958) nevrotik oluşumun başlıca nedenini uzun süre devam eden ruhsal travma ile izah etmektedir ve şahsın bu etkinin mengenesinden sıkışıp kaldığını belirtmektedir. Bu dönemde nevrotik belirtilerle birlikte hastanın kişiliğinde ortaya çıkan bazı değişiklikler (gereğinden fazla heyecan reaksiyonları, genel yorgunluk, küçük sebeplere bile sinirlenmek, affektif tepkiler ortaya koymak v.s.) ön plana çıkar ve sanki şahsın devamlı bir karakteri durumuna dönüşür. Hastalar kendi eylemlerine karşı iç görüş kazansalar da onları huzursuz eden belirtilerden sıyrılmamaktadırlar.
Nevrasteni döneminde, bir kaide olarak, vejetatif sinir sisteminin normal aktiviteleri değişir ve bunun sonucunda iç organların disfonksiyonu ortaya çıkar. Beynin kortikal ve subkortikal bölgelerinin nörodinamiğinin bozulması sonucunda oluşan bu gibi haller hiç bir organik temeli olmayan fonksiyonel bir patoloji gibi değerlendirilir.
Vejetatif sinir sisteminin bozulması neticesinde ortaya çıkan evrensel belirtilerden biri de başağrısı ve başdönmesidir. Spesifik künt, sıkıştırıcı ağrılar şeklinde olan başağrılarına hastalığın tüm dönemlerinde rastlanır. Diğer vejetatif belirtilerden nefes darlığı, kalp çarpıntısı, kalp bölgesinde künt (bazen aksine saplanıcı) ağrılar, periferin uyuşması mevcut olabilir. Bazı hastalarda gastrointestinal sisteme ait bozukluklar, meselâ, mide ve bağırsaklarda rahatsız edici hislerin duyulması, iştahın bozulması, kabızlık (veya sık sık defekasyon ihtiyacı), mide hıçkırığı, geğirme v.s. belirtiler gözlenir. Gösterilen belirtiler devamlılık arzetmez, hastanın sinirlenmesi, emosyonel gerilimin şiddetlenmesi ile ilgili olarak ortaya çıkar. Tesbit edilen subjektif şikayetlerle birlikte bazen bazı objektif belirtilerde tesbit edilir. Meselâ, taşikardi, bradikardi, kan basıncının değişmesi, terleme, akrosiyanoz, v.s. Gösterilen belirtilerin hepsi aynı döneme denk düşmez, onlar ara sıra birbiri ile yer değiştirerek ortaya çıkar.
İç organların "anormal" faaliyetini hisseden hastalar çoğu durumlarda dahiliyecilere başvururlar. Nevrozların bilimsel temellerle öğrenilmesinden, önceki dönemlerde (1950. yılların öncesi) iç organlarında şikayet eden hastaları "kalp nevrozu", "Mide nevrozu", "Karaciğer nevrozu" v.s. diye isimlendirirlerdi
Nevrasteniden sıkıntı çeken hastaların başlıca özelliklerinden biri de onların son derece, kendi hastalıklarını "abartmalarıdır." Öyle ki, nevrasteni kendini ağır hasta gibi ortaya koyar, muhtelif hekimlere müracaat eder, bütün muayenelerden geçmeye gayret ederler. Gerekli psikiyatrik yardımı alamayan bu tip hastalar çabuk bir ruhî çökkünlüğe maruz kalıyorlar, pessimizme kapılıyorlar, böylelikle de hastalığın iyileşmesine değil, derinleşmesine uygunşartlar oluşturuyorlar.
Nevrastenide sık karşılaşılan belirtilerden biri de seksüel bozukluklardır. Bu gibi belirtiler son yıllarda özellikle gençler arasında yaygınlaşmaktadır.
OBSESSİF-KOMPULSİF NEVROZ (SAPLANTILI ZORLANTILI NEVROZ)
Bu nevrozun en önemli yönü, hastayı rahatsız eden obsesyonların (korkular, hareketler, fikirler, hatırlamalar v.s.) olmasıdır. Hasta bu fikir ve hislerin anormalliğini, lüzumsuzluğunu idrak etmesine rağmen onlardan kurtulamamaktadır.
Bazı yazarlar bu veya diğer belirtilerin baskın olmasına bağlı olarak obsessif-kompulsif nevrozu üç klinik alt tipe ayırmaktadırlar. Bunlar: obsessif, fobik, kompulsif tiplerdir. Obsessif tipte tekrarlayan hatırlamalar, tasavvurlar, gereksiz bir şekilde evlerin pencerelerini, katlarını saymak v.s. vardır. Fobik tipte karakteristik belirti hastalıklara tutulmaktan korkmaktır. Kompulsif tipte ise hasta, kendi arzusuna bağlı olmadan kaba ve anlamsız hareketlere eğilim gösterir. Meselâ, birisine vurmak, herhangi bir eşyayı kırıp atmak, herhangi birini toplum içinde tahkir etmek v.s. Bu nevroz İngiltere'de ve A.B.D.de obsesyon, kompulsion nevrozları olarak isimlendirilir, korku (fobi) nevrozu ise ayrıca tanımlar. Hastalığın seyrinde bir tipin içinde diğer belirtilerinden görülebilmesini gözönüne alırsak yukarıda tanımlanan tiplerin göreceli bir karakter taşıdığını anlarız.
Hasta S. 28 yaşında, orta okulda kimya öğretmeni olarak çalışıyor. Evli ve iki çocukludur. Daha önceleri dikkati çeken hiçbir hastalık geçirmemiş. Yakın akrabaları arasında ruhsal hastalıklara tutulan yoktur. Annesi klimakterik döneme erken (47 yaşında) girmiş ve uzun yıllar "klimakterik nevroz" hastalığına karşı tedavi almıştır. Hastanın söylediğine göre öğrencilik yıllarında utangaç ve zayıf iradeli birisiymiş. Ancak, çalışmaya başladıktan sonra bu özellikleri yok olmuş. Görevine ve çocukların eğitimine karşı mesuliyet taşımakta. Altı aydır ise kendini hasta hissetmektedir. Ağır hastalığa, mide kanserine tutulacağından korkmaktadır. Delil olarakta 2 kg. zayıfladığını, yutkunmasının zorlaştığını ve boğazında tümöre benzer bir bezenin bulunduğunu söylüyor. Uzmanlara göre hastada kansere ait hiçbir belirti yoktur. Zayıflamasının nedeni ise az gıda almasına bağlıdır. Muayene olmak, "hastalığını" tasdikletmek için Sovyetler'in bir çok şehrinde dolanıyor, ancak her seferinde sağlam olduğunu ona söylüyorlar. Konuşma esnasında hasta kendini bedbin, ızdırap geçiren ağır hasta gibi davranmaktadır. Sorulduğunda "Hangi nedene göre kendini hasta kabul eder siniz?" Cevap verir: "Tutarlı bir nedenim yoktur, beni muayene eden doktorlara da inanmamağa hakkım yoktur. Ancak şüphelerimden kurtulamıyorum. Bazen "hasta" olmam zihnimden çıkıyor, o zaman kendimi çok sağlam hissediyorum, ancak boğazımdaki şişliği elleyince, aynaya bakarken şişkinliği görünce yeniden şüphelenmeye başlıyorum." Hastaya ilaçlarla birlikte, (fenazepam, amitriptilin, clomipramin, vitaminler v.s.) hipnosujjestif psikoterapi verilmiş ve üç haftalık tedaviden sonra bütün şüphelerinden kurtulmuştur.
Obsessif durumlar çeşitli formalarda ortaya çıkabilir. (Ağır hastalığa tutulmak korkusu) nozofobiya, (yükseklikten korkma) agrofobiya, (Geniş cadde ve meydanlardan geçememek), yakınlarını kaybetmek, evde yalnız kalmaktan korkmak (monofobia), aklını kaybetmek, ruhsal hastalıklara tutulmak korkusu, (psikofobiaya v.s.), kendilerindeki korku ve şüpheleri azaltmak amacı ile bazan hastalar çeşitli rituellerden, "korunma hareketlerinden" istifade ederler. Bir hasta gün boyunca ona hiçbir hasta dokunmaması için, sabah evden çıkarken gözünü kapatarak üç kez evinin duvarını öpermiş. Başka bir hasta ise hiçbir enfekisyona tutulmamak için hergün bedenin muhtelif yerlerine (parmaklarına, tabanına ve kulaklarının arkasına) iyot sürermiş.
Obsessif hallerin yaygın tiplerinden biri de obsessif fikirlerdir. Bu dönemde, içeriksiz "sağlam olmayan idrak" denilen belirti gözlenir. Bu tip hastalar herkesçe bilinen, isbata ihtiyacı olmayan, genellikle, manasız fikirleri "tekrarlamaya", "çiğnemeye" ihtiyaç duyar, çevresindeki insanlara anlamsız sualler sorar, tartışmadan sanki zevk alır. Bu tip hastalar şöyle sualler sorabilirler. Niçin süt beyaz, yağ ise sarı renklidir? Niçin gözler kafanın yukarısında, dişler ise onun altında yerleşmiştir? Niçin hayvanlar insanlar gibi konuşamamakta ve dört ayağı üzerine yürüyor?
Bu grup nevroz çerçevesinde dikkatten geçirilmesi amaca uygun olan, literatürde "Gözleme (bekleme) nevrozu" olarak isimlendirilen sendromun analizinde, demeklazımdır ki, bu da kendi klinik ve patogenetik özelliklerine göre bu grubun bir varyantıdır. Bu sendromun temel yönü bütün nevrozların gelişiminde rol oynayan psişik travmaların hastanın gereksiz anksiyete ve heyecana sebep olan hastalık durumu ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, hasta yaptığı en basit hareketleri dahi yaparken anksiyete hissetmekte, onu yapamayacağını iddia etmektedir. Meselâ, geceleri uyuyamayacağından, sınavda öğretmene iyi cevap veremeyeceğinden v.s. korkuyor, heyecan geçiriyor. Bu sendromun oluşması sonucunda konuşma bozulur (kekeleme), empotans, uyku bozuklukları v.s. meydana gelir. 25 yıl yüksek okulda ders vermiş bir hoca, bu grup nevroza tutulduğunda, anfiye girmeye korkuyor, dersi anlatamayacağından endişe duyarak aylarca işine gidememiştir.
Seyrine göre bu grup nevrozlar, genellikle, daha uzun devam eder. Onların tedavisi de oldukça zordur.
HİSTERİK NEVROZ
Histeri eski dönemlerden beri bilinen bir hastalıktır. Eski devirlerde bu hastalığın ancak kadınlarda bulunduğuna ve rahimin "azarak bedende gezmesi" ile ilgili olduğuna inanılırdı. Histeri adı da bu bağlantıdan alınmıştır. Latince hystera= rahim demektir) Ancak XVII. asırda Fransız hekim Şarl Lerva gösterdi ki, histeri erkeklerde ve çocuklarda da bulunabilir.
Histerinin klinik görünümü oldukça zengin olup, hastanın yaşadığı sosyal çevre, onun entellektüel seviyesini, yaşı ve diğer etkenler hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasına etki ederler. Hastalığın başlıca özelliği motor ve emosyonal dünyaya ait fonksiyonel bozuklukların olması, hastanın kolaylıkla telkin almaya müsait olmasıdır. Dikkati çeken diğer birhusus da onların kendi hareketlerine "özel" bir ilgi beslemesidir. Bir taraftan tedavi olmayı isteyerek hekime gelir, diğer taraftan ise hastalıktan kurtulmak istemez, sanki bu hareketler ona zevk verir.
Histeri hastalığı, genellikle, histerik kişilik bozukluğu olan şahıslarda, İ. Pavlov'un belirlediği gibi signal sistemi zayıf, bediî tipe mensup olan bireylerde görülür.
Hastalığın klinik belirtilerini sistemleştirerek onları üç gruba bölmek mümkündür.
1. Histerik konvülziyonlar
2. Vejetatif ve motor fonksiyonları histerik bozuklukları
3. Histerik ruhsal bozukluklar
Histerik konvülziyonlar çok çeşitli şekillerde, hastanın yaşadığı sosyal çevrenin başlıca özelliklerini yansıtarak ortaya çıkar. Meselâ, geçen yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da meşhur nöropsikiyatrist Şarko'nun tanımladığı "Histeri Yayı" (hasta yalnız ayak parmaklarına ve başının tepe ve alın bölgesine dayanarak bütün bedenini yay şeklinde yukarı kaldırıp bu durumda uzunca bir süre durmaktadır. Buna "Şarko Yayı" da denilmektedir. Şu anda çok az rastlanmaktadır.

Savaş yıllarında ve ondan yıllar sonra histerik nöbetler çoğu zaman aşağıdaki şekilde olmuştur. Hasta kendini askere (veya komandoya) benzeterek "Hurra", "hücum" diye bağırarak herkesi onun peşinden gelmeye çağırırmış. Yahutta ellerini yukarı kaldırarak "teslim oluyoruz" diyerek esir rolüne girermiş. Zamanımızda histerik nöbetler yerine, iç organların fonksiyonel, motor ve duyu ile ilgili bozukluklarına bırakmıştır. Böyle nöbetlerde periferin histerik felci, lokal konvülzionlar, titreme hareketleri gözlenir, bazen ise aynı organlarda ağrılar tesbit edilir.
Epileptik konvülziyonlardan farklı olarak, histerik nöbetlerde, nöbet aşamaları peşpeşe olmuyor (evvel tonik sonra klonik), atak kaotik, hastanın arzu ve isteğini yansıtan içerikte olup, aslında gösteriş özelliği taşımaktadır. Çeşitli ilaçlardan ve telkin araçlarından yararlanmak suretiyle ataklar kontrol altına alınabilir.
Histerik konvülziyonların diğer bir özelliği de, o da epileptik konvülziyonlardan farklı olarak bu atakların daha mülayim, aurasız ve şuurun tam bozulmadan ortaya çıkmasıdır. Atak esnasında hasta ihtiyatla, ustaca, uygun bir yere (çimenlik, yatak, halı v.s.) yıkılır. Atak 30-40 dakika ve daha uzun devam edebilir. Bu dönemde pupil ışık refleksi normal, hastanın dil ve dudakları genellikle yaralanmıyor ve enürezis, enkoprezis olmuyor.
Vejetatif ve motor fonksiyonların histerik bozuklukları, genellikle, ataktan sonra (tortu belirtiler gibi) ortaya çıkar. Sıkça rastlanan belirtilerden histerik stuporu, hiperkinezileri, hastanın kendi dengesini ve yürüyüşünü kaybetmesini, asteniya-abaziyan'ı (ayakları üzerine durma ve yürümenin bozulması), adale kontrak türleri (boynun eğilmesi, omuz kaslarının hareketsizliği v.s.) görmek mümkündür. Hastalığın kimliğinde kimi zaman ataklarla ilgili meydana çıkan konuşma bozuklukları da olur. Bu gibi durumlarda mutizmi, kekelemeyi, afoniyası (sesin çıkmaması) göstermek mümkündür. İlginç olanı, hasta öksürürken veya aksırırken afoni gözlenmiyor, bu durum ancak konuşmada ortaya çıkıyor.
Hastalarda deri hissinin bozulması da sıkça gözlenir. Meselâ, kolun heryerinde his alındığı halde elde, eldiven bölgesinde his kaybolabiliyor veya çorabın örttüğü saha hissizleşebiliyor v.s. Bazen görme yeteneği geçici olarak bozuluyor. Bu tip bozukluk görmenin zayıflamasından tam körlüğe (amauroz) kadar olabilmektedir. Aynı tür bozukluk işitme, koklama ve tad duyularında da olabilir.
Vejetatif bozuklukların yaygın bir tipi boğazda "Histerik Yumruk (yumak)" olmasıdır. Bu zaman hasta konuşma ve solunum kabiliyetinin zorlaştığını söyler, boğazında ona engel olan yumağa benzer bir kütle varlığından şikayet eder. Stresi altında bu daha da artar, diğer bölgelerinde ağrılar v.s. olur. Bazı hastalarda korkular, histerik tipli ataklar da gözlenebilir.
ÇOCUKLARDA NEVROZLARIN ÖZELLİKLERİ
Çocuklarda karşılaşılan nevrozun seyrine ve klinik özelliklerine etki eden başlıca cihet tam gelişmemiş olan sinir sistemidir. G. E. Suhareva (1974) belirtmiştir ki, eğer çocuk küçük yaşlarında önlerine çıkabilecek eğitimi ve fiziki hazırlığı uygun değilse bu tip çocuklar kolaylıkla nevroza tutulurlar.
En küçük yaşlarda meydana çıkan nevroz belirtileri bazen düzenli anne ilişkisi olmamasından kaynaklanır. Annesinden ayrılmış çocuk, uzun süre (bir kaç gün, hafta) onu görmediğinde ruh hali değişir, uykusu bozulur, göz yaşları içerisinde annesini özler. Bazen ise tersine anne kendi yavrusuna lazım gelen sevgiyi göstermiyor, onu sıkça cezalandırıyor v.s. Her iki durumda annenin yaklaşımı çocuğun ruh dünyasında ciddî çatışmalara ve nevrotik yapının gelişmesine neden olacaktır.
Anne ve babanın, ailenin diğer üyelerinin (dede, büyük anne, abla, kardeş) çocuğa karşı farklı, bazen, zıt yönde iletişim kurmakta, çocuğa farklı farklı davranılmaktadır. Bu durum nevrotik belirtilerin ortaya çıkmasına neden olur. Babanın sert ve otoriter, annenin ise mülayim ve hassas olması çocuğun sinir sistemine oldukça olumsuz etki gösterir. Öyle ki, sinir sisteminin gerginleşmesi için uygun ortam oluşturur. En korkulan faktörlerden biri de çocuğun erköyün (nazlı) terbiye edilmesidir. Çocuğun yaşı büyüdükçe aile içi ilişkilerin etkisi de güçlenir. Anne ile baba arasındaki ilişkiler bozuk olursa, evde sıkça ortaya çıkan tartışma ve kavgalar, hakaretli sözler, özellikle ailenin dağılması, boşanmanın meydana gelmesi çocuklarda nevrozların oluşması için uygun ortam oluşturur. Ailede iki veya daha çok çabuk olursa bir yön asla unutulmamalıdır. Yaşına ve cinsiyetine bakmadan, anne babanın onlara sevgi ve yaklaşımı aynı olmalıdır. Okul çağı çocukları arasında nevrozların oluşmasında başlıca rol oynayan etkenlerden biri çocuğun stress altında çalışmasıdır.
Çocuğun üstün başarı içerisinde görmek isteyen aileler, bazen kendi çocuklarının fizilsel güç ve zeka seviyelerini dikkate almadan onu çok çalışmaya, uğraşmaya zorluyorlar, dinlenmekten, harmonik gelişimin temel elementlerinden olan yaşıtları ile oyuna katılmak ve oyun kurmak eylemlerinden mahrum bırakılırlar. Ev ortamının kötü olması (dar, kirli v.s.) kötü alışkanlıkların (sigara, içki) bulunması da nevroza neden olan etkenlerdendir.
Çocuk yaşlarında ortaya çıkan nevrozun başlıca tipleri histeri ve nevrastenidir. Elbette diğer nevrotik hallere de, örneğin, fobik sendrom, enürezis, anoreksiya nevrozu v.s. gibi durumlarla da sıkça karşılaşılmaktadır. Histerik nevroz çocuklarda da, böyüklerde olduğu gibi cereyan eder. Ancak emosyonel reaksiyonlar onlarda daha coşkun ortaya çıkar. Bu tip çocukların kişiliğinde yaşıtlarına karşı umursamazlık, hatta vicdansız ve gaddar gibi münasebetler tesbit edilir. Bazen histerik reaksiyonlar astaziya-abaziya, mutizm, kekeleme gibi belirtilerin meydana çıkmasına sebeb olur. Bu tip çocuklarda fantastik fikirler söylemeye, yalana yönelmeye eğilim gözlenir. Onlarla iletişim kurmak oldukça zor olur, sabırsızlık, nazlılık kısa sürede şiddetli histerik reaksiyonlara, ataklara neden olur. Çocuk kendini yere atar, bedenine zarar verir v.s.
Çocuklarda nevrasteninin seyri rengarenk belirtilerle ve onların daha şiddetli ortaya konması ile ayrışır. Okul öncesi döneminde nevrasteni genel yorgunluk, sık sık sinirlenmek, nazlılık, uyku bozuklukları gibi belirtilerle ortaya çıkar. Okul döneminde ise yukarıda belirtilen belirtilerle birlikte, uyarana karşı hassasiyetin artması, dikkatin ve hafızanın zayıflaması sonucunda ders çalışmanın zorlaşması tesbit edilir. Bazı çocuklarda ilgi alanının daralması, başladığı işin (derslerini hazırlarken, çeşitli sporları yaparken, ev işlerinde aileye yardım ederken v.s.) sonuna getirememek, derste veya televizyon izlerken uykuya kalma gibi belirtiler ortaya çıkar.
Nevrastenik çocukları karakterize eden yönlerden biri de onların gereğinden fazla hassas, daima şüpheci ve onların ilgi alanına girmeyen bütün işlere karşı olumsuz yaklaşım göstermeleridir. Bazı hastalarda obsessif-kompulsif nevroza ait belirtiler, örneğin, çeşitli fobiler (karanlıktan, evde tek kalmaktan, yükseklikten, keskin aletlerden korkma), kendine karşı güvensizlik ve başka belirtilerde çıkabilir. Çocuklarda nevrozlarda nevrasteni, bir kaide olarak, uyku bozuklukları ile birlikte seyreder. Gecenin büyük kısmını uyanık veya yarı uykulu geçiren çocuk, sabaha doğru uykuya geçer ve sabahları zorlukla uyanır. Yataktan yorgun veya yarı uykulu kalkan çocuk derse gitmekten kaçınır.
Bir taraftan sinir sisteminin ve çocuğun fizikî durumu, diğer taraftan ailede mevcud olan psikojen etkenlerin yoğunluğuna bağlı olarak nevrozların seyri karmaşıklaşabilir ve tedavisi oldukça zorlaşabilir.
Ayırıcı Teşhis:
Yeterli derecede klinik tecrübesi olan uzman için nevrozları psikozlardan ayırmak o kadar da zorluk oluşturmamaktadır. Nevrozlarda kaba ruhsal bozukluklar, hallüsinasyonlar, sanrılar, demans, katatonik belirtiler olmamaktadır. Nevroza tutulanların karakteristik yönlerinden biri de kendi şikayetlerini memnuniyetle ifade etmeleri ve sıkıntılarına karşı içgörüleri bulunmasıdır. Ancak, unutmamalı ki, bir çok ciddî ruhsal hastalıklar, meselâ, şizofreni, beyin sifilizi, MSS'in organik ve bazı somatik hastalıklar başlangıç aşamasında nevroza benzer belirtilerle başlar. Bu durumlarda yanılmamak için tam bir anamnez toplamak, röntgen, laboratuvar ve elektrofizyolojik incelemelerin neticelerini analiz etmek gerekir.
Bazı durumlarda nevrozlar, sakin seyirli şizofreniden ayırmak oldukça zorluk oluşturur. Nevroza benzer belirtilerle seyreden şizofreninin bu tipi, genellikle, dikkati çeken kaba negatif belirtiler vermemekte ve hastalar uzun süre iş güçlerini kaybetmemektedirler. Nevrozlardan farklı olarak sakin gidişli şizofreni de obsessif-kompulsif, fobik, hipokondrik-senestopatik ve diğer bu gibi belirtiler yeteri kadar kabarık ifade olunur. Obsessif durumların karakterinde ise, belirtmek gerekir ki, şizofrenide rastlanan bu belirtiler kısa sürede karmaşıklaşarak sık sık tekrar olunan, monoton ve aynı tiple hareketlere, bazen de ritüellere dönüşür.
Nevrozların kliniğinde dikkati çeken özelliklerden biri de hastanın kendisine yüksek duygulanım, kalp ağrılı ile yanaşmasıdır. Şizofrenide ise böyle belirtiler hayalî, yersiz, acaib olmasına rağmen sanki hasta rahatsız olmamaktadır ve onda dikkate çarpan emosyonel reaksiyonlara sebep olmuyor.
Etyolojisi ve Patogenezi:
Nevrozların oluşmasında temel etken olarak ruhsal travmaların (psikogeniyaların) rolü hem eski, hem de yeni literatürde her yönü ile incelenmiştir. Bu konsepsiyaya şüphe ile bakmağa neden olacak şu anda tutarlı ilmî başka bir yaklaşım da yoktur. Ancak, bununla birlikte diğer etkenlerin önemini de dikkate almak ve psikogeniyaların kendine yeni ilmî delillerle yaklaşmaya ihtiyaç vardır. Sinir sisteminin faaliyetinin düzenlenmesinde biokimyasal, endokrin, immün ve diğer biyolojik proseslerin önemli rol oynaması artık hiç kimsede şüphe doğurmamaktadır. Sinir sisteminin irsî özelliklerini de (I. P. Pavlov'un belirdiği tipler) değerlendirmek gerekir. Yüksek sinir faaliyetinin fonksiyonel patolojisi gibi değerlendirilen nevrozların oluşmasında tesbit olunan bütün etkenleri tahlil etmeden bu hastalıkların nasıl meydana çıktığını ve gelişim mekanizmasını doğru tanımlamak mümkün değildir.
Son yıllarda, sinir sisteminin tipine bağlı olarak organizmada giden fizyolojik proseslerin, bu çerçevede, ruhsal aktivitenin değişmesi hakkında çok yazılmıştır. Sinir sisteminin immunoloji-adaptasyon prosesindeki rolünü de tesbit etsek, malum olur ki, sağlamlığı temin eden başlıca etkenlerden biri bütün sistemlerin normal ve müşterek faaliyetidir. Bu sistemlerin faaliyeti bir çok hastalıklar gibi nevrozlarında meydana çıkmasında büyük öneme haizdir. Nevrozların oluşmasında MSS'inde organik değişikliklerin olmasına dayanan görüşlere de itina ile yaklaşmak gerekir. Nihayet, kronik olarak devam eden somatik bozuklukların da nevroza sebep olabilmesi dikkate alınmalıdır.
Nevrozları ortaya çıkaran etkenleri gözden geçirerek onları başlıca üç gruba bölmek mümkündür. Klinik determinizme uymayan bu tipleme, daha çok teorik yaklaşımlara bağlıdır;
1. Temelini genetik eğilim teşkil eden yapısal faktörlere bağlayan görüş. Bu görüşün taraftarları, Fransız alimi V. A. Morel'in (1865) ileri sürdüğü dejenerasyon hakkında bilimsel yaklaşıma dayanarak genetik etkenleri ön plana çıkarmaktadır. Konstitüsyonel-bireysel özellikleri ikinci dereceli etken gibi kabul etmektedir.
2. Çevrenin zararlı etkilerini ön plana almakla, konstitusyonel-bireysel özellikleri ikinci dereceli kabul eden, ekzogen patogenetik etkenler görüyor.
3. Geçen asrın sonunda oluşmuş, batıda daha yaygın olan S. Freud'un bilinçdışının etkisine dayanan subjektif-idealistlik bakış tarzıdır.
Hayatının belirli dönemlerinde, bütün insanlar bu veya başka derecede (ister akut, isterse kronik tesir eden) ruhsal travmalara maruz kalırlar. Ancak onların hepsinde nevroz gelişmez. Nevrozları ortaya çıkaran sebepleri, onun kliniği detaylı olarak öğrenerek İ. P. Pavlov ve onun öğrencileri tesbit ettiler ki, aynı içerikli olumsuz uyarılar (psikojen etkenler) muhtelif insanlarda muhtelif nevrozlara neden olur. Birinci signal sisteminin baskın olduğu bediî tipe mensup şahıslar histerik nevroza, ikinci signal sisteminin denge oluşturduğu orta tipe mensup şahıslar ise nevrastenik nevroza tutulmaktadırlar. Elbette bu şekildeki bir tasnif mutlak bir karakter taşımamaktadır ve muhtelif geçici tipleri de mümkündür. Hele 1915. yılında E. Krepelin tesbit etmiştir ki, güçlü sarsıntı sonucunda istenilen adamda konuşmanın kaybolması veya yürüme kabiliyetinin bozulması ortaya çıkabilir. Ancak histerik nevrozuna hassas olan şahıslarda bu belirtiler en basit nedenlerden oluşabilir.
İ. P. Pavlov'un nevrizm bakış açısına dayanan E. A. Porov 1951 yılında belirlediki, obsessif-kompulsif hallerin ortaya çıkması beyin korteksi hücrelerinde ultraparadoksal fazın yasalarına uygun olarak ortaya çıkar. Öyle ki, uzun süre etki gösteren durgun epileptik odak nihayet hücrelerinin takatsizliğine (güçten düşmesine), bu da kendi bölgesinde normal sinir proseslerinin bozulmasına-psikopatolojik belirtilerin oluşmasına sebep olur.
Sovyet bilim adamı O. V. Kerbikov (1958) nevrozların ve kişilik bozukluklarının etyopatogenezini gözden geçirerek şöyle bir netice çıkarmıştır. Onların arasına ciddî bir sınır koymak uygun değildir ve buna göre de o, kişilik bozukluklarını uzun süreli nevroz olarak kabul etmiştir.
Nevrozların oluşum mekanizmasını izah eden görüşlerden biri de SSRI'da unutulmuş, daha doğrusu, yasak edilmiş S. Freud'un bilinçdışı süreçlerin oluşturduğu psikopatolojik etki görüşüdür. S. Freud'a göre bütün nevrotik haller, bu arada obsessif haller, kaynağı itibariyle seksualojik etkenlerle ilgilidir. Çocuk yaşlarında terbiye ve eğitimin etkisi ile cinsel arzuların bastırılması, bilinçdışına bastırılması daha sonra nevrozlar olarak ortaya çıkmaktadır. Çocuğun şuur altında kendine yer bulan bu duygular kapalı nevrotik kompleksler şeklinde yaşamakta ve uygun şartlar (patogenetik, patoplastik) oluşursa güncelleşerek nevrotik belirtilere dönüşmektedir.
Tedavi ve Profilaksi:
Nevrozların tedavisi kombine bir şekilde, bazı etkenler (nevrozun tipi, başlıca sendrom, organizmanın ve kişiliğin biyolojik, psikolojik özelikleri, o çerçevede ruhsal travmaya karşı bireysel reaksiyon özelliği v.s.) dikkate alınarak yapılmalıdır. Klinik tecrübeler göstermiştir ki, tek bir standart tedavi yönteminin olmaması, sosyal etkenlerin hastalığın tedavisindeki önemli yerini unutmamalıyız. Bazı bilim adamlarının optimal tedavi yöntemleri, seçerken birbirini tamamlayan üç esas tedavi tipinin (biyolojik, psikolojik ve sosyal) hepsinden yararlanmak gerekir.
Nevrozların tedavisinde psikoterapotik yöntemlerin yararlılığı yalanlanamaz bir gerçektir. Ancak dikkate almak gerekir ki, psikoterapinin etki gücü bazı etkenlerden, ilk etapta, hekimin profesyonel hazırlığına bağlıdır. Meşhur Sovyet psikoterapisti V. D. Karvasapski ve Polşa alimi S. Lederin (1989)'e göre nevrozların patogenetik psikoterapisi aşağıda belirtilen beş prensibe dayanmalıdır. Aksi takdirde psikoterapinin yararlılığına kıymet vermek mümkün değildir.
1. Hastanın emosyonel özelliklerini dikkate alarak kişiliğini, derin ve her yönüyle öğrenmelidir.
2. Nevrotik durumun ve hastalık belirtilerinin meydana çıkmasının sebebinin ve gelişim mekanizmasının ortaya konması,
3. Hastalığın, şahsın yaşam aktivitesine gösterebileceği etkinin bütün yönlerini tam şuurlu bir şekilde idrak etmek,
4. Ruhsal travmaların amaca uygun yönde ortadan kaldırılmasına yardım etmek ve lazım gelirse çevresindekileri de yardımını istemek,
5. Hastanın uygun olmayan reaksiyonlarını ve hareketlerini aksi yöne döndermek, böylelikle şahsın kendi hastalığına münasebetini değiştirmek.
Görüldüğü gibi, nevrozların psikoterapisi çağdaş yöntemlere (grupta yapılan patogenetik yöntemleri) daha büyük önem vermektedir. Bununla birlikte psikoterapinin diğer yöntemlerinden de (hipnoz altında telkin, autojen training v.s.) geniş olarak yararlanılmalıdır. Histerik nevrozun oluşturduğu mono semptomların (paraziler, felçler, kekeleme, afoni v.s.) tedavisinde, nevrostenide gözlenen astenik durumun, muhtelif ağrıların, kan basıncı değişikliklerinin, uyku bozukluklarının tedavisinde psikoterapinin klasik yöntemleri önemli bir rol oynar.
Nevrozların tedavisinde ilaç preparatları ile tedaviye, fizyoterapi yöntemlerine geniş yer verilmelidir. Nevrozların bütün tiplerinde sıkça karşılaşılan uyku bozukluklarını tedavi etmek için hipnotik etki gösteren psikofarmokolojik preparatlardan sonapaks (10-75 mgr), klorprotiksen (15-75 mgr.), fenazepam (0.5-2 mgr), tizersin (5-25 mgr) verilir. Belirtilen ilaçların yardımı ile istenen etki elde edilmezse, onları güçlendirmek amacı ile antihistaminik ilaçlardan da (dimedrol, pirolfen) yararlanmak mümkündür. Bazı hastalara uyku verici etkisi zayıf olan, ancak nevrozun diğer belirtilerine etki etmekle aynı zamanda uykuyu da düzenleyen ilaçlardan (meselâ, amitriptilin 12.5-50 mgr, pudotel 5-10 mgr, trioksazin 1-2 tbl, relanium 5-10 mgr, seduksen 25 mgr. v.d.) yararlanmak faydalıdır.
Ağır belirtilerle seyreden nevrozlar, özellikle korku, anksiyete, heyecan belirtileri olduğunda ilaçları enjeksiyon şeklinde vermek kısa süre içinde olumlu neticeler verir. Bu durumlarda tranlizanlar ile birlikte nöroleptiklerde (eglonil, leponeks, triptazin, tizersin v.s.) yararlanılabilir. Tedavi sürecinde önemli zorluklardan biri obsessif-kompulsif nevroz (özellikle fobilerin) ortadan kaldırılmasıdır. Bu tip hastaları tedavi ederken uygun yaklaşım seçmek temel şartlardandır. Fobileri oluşturan etkenleri araştırmak (analitik psikoterapi), kişi bu etkenlerden uzaklaştırmak (iş yerini değiştirmek, hastayı istirahate göndermek) ve doğru seçilmiş ilaçlardan yararlanmak gerekir. Bazı durumlarda fenazepam (orta ve büyük dozlarda), elanium-enjeksiyon şeklinde (2-4 ml. i.m/gün) frenalon 10-20 mgr, trisedil 4-10 mgr (infüzyon veya enjeksiyon şeklinde) iyi sonuçlar verir.
Nevroza tutulmuş şahıslardan, bir kaide olarak, depresyon, genel bir halsizlik (asteni), uyarana karşı hassasiyetin artması tesbit edilir. Çoğu durumlarda güçlü tesir gösteren antidepresanlara gerek kalmamaktadır. Bu amaçla amitriptilin, ludiomil, imizin 50-75 mgr/gün, gerfonal 100-250 mgr/gün, pirazidol 100-200 mgr/gün vermek daha uygundur. Asteni için verilen ilaçlardan sidnokarb, sidnofein, noratam vermek uygundur. Uyarana karşı hassasiyeti tedavi etmek için i.v. seduksen %0.5'lik 5-10 ml, %40'lık glukozdan 10-20 ml, tazepam (10-20 mgr/gün), trioksazin, meprobomat tbl. şeklinde (2-4 kez/gün) verilir.
Geçmişte yaygın olarak kullanılan ve şimdi de önemini kaybetmeyen maddelerin tatbiki de unutulmamalıdır. İnhibisyon ve eksitasyon proseslerinin dinamiğinin bozulmasını gözönüne alarak Pavlov kokteylinden (Sol. Natrii brami %1-2 200, Coff. natrii benzoisi 0.4-0.8 gr) yararlanmak uygundur. Karışıma kedi otu (valerianae) damlası ve demlemesi de ilave etmek mümkündür.
Nevrozların kombine tedavisinde vitaminlerin (B grubu, PP, C vitaminler) geniş olarak yararlanılmalıdır. Madde alış verişinin bozulması sonucunda bazen vitaminlerin gıdalarla alınması yeteri kadar olmamaktadır. Bu durumlarda onların enjeksiyon şeklinde vermek gerekir.
Hastahane şartlarında nevrozları tedavi ederken insulinden (küçük dozlarla, 5-25 ünite, sabah aç karna ve 1.5-2 saatten sonra hasta karbonhidrattan zengin kahvaltı yapmalıdır) başarı ile yararlanılabilir. Fizyoterapi yöntemlerinden su işlemlerine (sirküler duş, şapka duşu, sakinleştirici hamamlar, masaj) önem verilmelidir. Çeşitli sportif faaliyetleri (bu çerçevede, tedavi edici sporlar), muhtelif çağdaş sosyal tedbirler, açık havada gezinti çok faydalıdır.
BİLİRKİŞİLİK
Nevrozların bütün tiplerinde hastada psikotik belirtilerin olmaması ve kendine karşı içgörüsü olması nedeni ile bu tip hastalar yaptıkları suçlardan sorumludurlar. Bazen suç eyleminden sonra nevrotik duruma (genellikle, histerik reaksiyonlar) düşebilir. Bu hastalar tedavi edildikten sonra yargılanırlar.
İş gücünün uzun süreli kaybedilmesi nevrozlar için karakteristik değildir. Tedavi süresinde işten ayrılan hastalar yeniden işlerine döndürülürler. Nadir durumlarda ağır geçen nevroz, hastanın sakatlık derecesini oluşturabilir. Sakatlığa ayrılması durumu ancak, alınan tedbirler, verilen tedaviler uzun süre uygulandıktan sonra fayda vermezse tatbik edilmelidir. Bazı durumlarda hastayı hafif ise geçirmeye veya mesleğini, iş yerini değiştirmeye ihtiyaç olabilir.
Sık sık ağırlaşan ve tedavisi zorluk oluşturan nevrozlarda (ataklarla geçen histeri, ağır fobiler v.s.) bireysel çerçevede askerlik konusu karara bağlanabilir. (Geçici olarak hizmetten kurtulmak, başka alanlarda görevini yaptırmak.)
  Alıntı Yaparak Cevapla
Sponsored Links
Eski 06-01-2006, 08:45   #2
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan

Psikopatın sözcük tanımı
Psikopat - Antisosyal kişilik bozukluğuna sahip, özdeşleştirme (empati) yapmadan veya vicdan azabı duymadan saldırgan,suçla ilgili veya ahlakdışı davranışlarda bulunan kimse.
The American Heritage Dictionary
Psikopat - Ruh veya akıl hastalığına tutulmuş kimse, ruh hastası.
"Türkçe Sözlük", Türk Dil Kurumu

Psikopat - Başkalarına hiç vicdan azabı veya başka bir duygu duymayan, kişilik bozukluğuna sahip, şiddet yanlısı ve asosyal, başkalarıyla duygusal ilişki kurmakta zorlanan kimse. Biyolojik anormallik veya duygusuz yetiştirilme tarzı psikopatlığın oluşum nedenleri olabilir. Psikopatlar uğraşılması zor insanlardır. Bazıları işledikleri suçlardan dolayı hapse düşer. Tedavi edilme olasılıkları çok düşük olduğundan psikiyatrik hastanelere kabul edilmezler. 1999'da Amerikan Hükümeti, suç işlememiş olsalar dahi tehlikeli psikopat olduğu bilirkişi raporuyla tespit edilen insanların tutuklanabileceği kararını çıkardı.
The Macmillan Encyclopedia 2001
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 06-01-2006, 08:47   #3
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan

Gazete manşetlerine yakışan bir kelimedir "psikopat". Elinde kanlı bir balta veya bıçak ile, doğradığı kurbanlarının önünde çekilmiş resmine bakmak bile ürpertir içinizi. Ancak psikopatların sadece katil ya da caniler olduğunu düşünmek çok ama çok yanlış olur. Büyük bir olasılıkla, yaşamınızın bir döneminde bir veya birkaçı ile tanışmış, konuşmuş, birlikte çalışmış veya onlardan ders almış olabilirsiniz. Dahası bu psikopatlardan birinin değil, birçoğunun kullanmış olduğu taksi, dolmuş ya da otobüslere binmişsinizdir!

Psikopatlığa, aslında az da olsa hemen her insanda rastlamak mümkün. Ancak bazı kişilerde bu doz yeterince yükseldiğinde, onlar için haklı olarak "psikopat" nitelemesi kullanılıyor.

Çevrelerindeki kişilerin yaşamlarını karartmakta son derece başarılı olan psikopatlar, bu amaca ulaşırken çoğu zaman balta, bıçak ya da silah kullanmazlar. En büyük silahları tatlı dilleri, utanma ve pişmanlık duygusu olmayan vicdanları ve şeytanlıklarıdır.

Psikologlar bu tür insanların büyük bir bölümünün hapishane-lerde demir parmaklıklar arkasında bir yaşam sürecekleri yerde, genelde sürekli olarak aramızda dolaştıklarını belirtiyorlar. Aslında çoğunun kanun ve adaletle ilgili hiçbir sorunu bile olmaz. Psikopatları iş dünyasında, bürokraside, siyasette, okul ve üniversitelerde, hastanelerde rahatlıkla bulabilirsiniz. İşin asıl tuhaf tarafı "acımasızlık, aşırı risk alma ve hilekarlık" psikopatların en büyük özelliği olurken, bu gibi davranışlar günümüzün çılgın rekabete ve hep daha fazla kazanmaya daya-lı dünyasında bilhassa iş ve ticaret hayatında artık olağan karşılanmaya başlanmış, hatta başarı için gerekli bir reçete olarak kabul edilmiştir.

Çevrelerindeki insanların iş kariyerlerini mahveden, yaşamlarının altını üstüne getiren ve birçok ailenin dağılmasına yol açan psikopatların topluma vermiş olduğu zararları tespit edebilmek, psikologlar için yoğun bir uğraş gerektirmektedir.

Psikopatlığın nedenleri ve bunların tedavi yöntemleri hakkında bilim adamları fazla bir şey bilmiyorlar denebilir. Araştırmaların bu kadar yavaş gitmesinin nedenlerinden biri bizzat psikopatların kendileridir. Karakter yapılarındaki bozukluk ve sürekli hile ve sahtekarlık arayışı içinde olmaları yüzünden, bilim adamlarının her türlü araştırma çalışmalarını boşa çıkartmaktadırlar. Çok rahat bir şekilde yalan söyleyen ve karşılarındaki kişileri manipule etmekten zevk alan bu kişiler, aynı taktikleri kendilerini tedavi etmeye çalışan psikologlar üzerinde de denemekten kendilerini alamazlar.

Medical College of Georgia profesörlerinden Hervey Cleckley, otuz yıl süren uzun meslek yaşamında yüzlerce psikopatı inceledikten sonra ulaştığı sonucu şu sözlerle dile getiriyor: "Açıkçası otuz yıl sonunda bir karış mesafe bile alamadım!"

Genel kanının aksine, psikopatlarda akıl hastalarında görülen belirtiler bulunmaz. Akılları yerindedir ve gayet net olarak düşünme ve muhakeme etme yetenekleri vardır. Peki öyleyse bu insanları böylesine acımasız yaratıklar haline sokan sebepler nelerdir? Bazı nedenlerden hapsi boylayan ve hapishane ile akıl hastanesi arasında mekik dokuyanları inceleyen yetkililer, bu insanlarda mutlak bir "gariplik" olduğunu iddia ederken, psikologlar bu tür herhangi bir belirtinin olmadığına inanıyorlar.

Psikopatlar bundan yüz yıl önce, "moral değerlerini yitirmiş çılgınlar" olarak nitelendirilirken, bilim adamları günümüzde bu tür klişelere pek rağbet etmiyorlar. "Şeytan" ya da "ahlaksız" deyimlerinin bu kişiler için daha uygun olacağını belirtiyorlar.

Örneğin, Michael'i ele alalım. Yakın bir zamana kadar Londra'da büyük bir şirkette üst düzey yönetici olarak görev yaparken, yanında çalışanlara karşı kinci tutumu ve insanların işine acımasızca son vermekten aldığı zevk ile ün yapmıştı. Birlikte çalıştığı insanları hakaret sayılacak sözlerle azarlamaktan, başarısızlıklarını başkalarına fatura etmekten ve bütün bunları özellikle yüksek sesle ve herkesin rahatlıkla duyabileceği bir şekilde yapmaktan büyük zevk alıyordu. İş yaşamı dışındaki tutumu da çok farklı değildi. Mizah anlayışı, başkalarıyla alay etme üzerine kurulmuştu. Espri ile alay arasındaki fark onun için pek de önemli değildi. Ancak son derece tatlı dilli ve cazibeli oluşu sayesinde, bir yandan evliliğini yürütürken, öte yandan sekreteri ile yasak aşk yaşamayı başarabiliyordu.

Michael'in diğer personel üzerindeki olumsuz etkisini göz önüne alan şirket yönetimi, sonunda işine son verdiğinde tüm çalışanlar derin bir "ohh" çektiler. Onlar için Michael, "küstah, kaba ve düşüncesiz" bir insandı. Ancak psikologlar için "klasik bir psikopat"tan başka bir şey değildi!

1985 yılında kişilerdeki davranış bozukluklarını tespit edebilmek amacıyla İngiliz bilim adamlarının yaptığı bir araştırma sonucu ortaya çıkan bulgular, tüm bilim dünyasını adeta şaşkına çevirmişti. Araştırmaya göre, toplumun yüzde 5'i, yani her 20 kişiden biri "psikopat"tı.

Bu "şok araştırma"ya inanmakta güçlük çekilirken Amerika, Kanada ve Yeni Zelanda'dan gelen çok daha kapsamlı bir araştırmanın sonuçları, hemen hemen aynı gerçeği ortaya koyuyordu. Hangi ülke olursa olsun, orada yaşayanların yüzde 3 ile 6'sı arasındaki bir bölüm "psikopat"tı.

Henüz Türkiye'de bu alanda yapılmış bir araştırma yok. Ancak kapsamlı bir araştırma yapılması halinde ülkemizdeki psikopatların oranının Batılı ülkelerden daha yüksek olduğunun ortaya çıkması ihtimali pek de şaşırtıcı sayılmamalı. Bunun en önemli nedeni ise, dayak ve kaba kuvvet gibi ilkel davranış biçimlerinin hala toplumsal bir gelenek olarak sürdürülmesi. Bu tür fiziksel ve toplumsal baskılar; ilkel inanışlar ve yaşam biçimleriyle birleştiğinde "psikopat nesiller"in yeşerip yetişebilmesi için, kendiliğinden ideal bir ortam oluşuyor.

Toplumun hemen her kesimini etkileyen bu psikopatların davranış nedenlerini incelemek amacıyla, psikologlar dünyanın değişik köşelerinde çeşitli yöntemler denediler. Kişilik tahlili, psikoanaliz, beyin taramaları, davranış terapisi, çeşitli ilaçlar ve hatta ameliyat gibi...
British Columbia Üniversitesi profesörlerinden Robert Hare, psikopatların beyin dalgalarının ritmi ile çocuklarınki arasındaki benzerliği gözler önüne seren ilk bilim adamı oldu. Çoğu psikopatın davranışlarının, istediğini elde edememiş şımarık bir çocuğunkine benzemesi, belki de psikopatların yeterli beyinsel olgunluğa ulaşamadıklarının bir göstergesiydi.

Profesör Hare, araştırmaları sırasında ayrıca psikopatlar için bazı sözcüklerin de farklı anlamlar taşıdığını ortaya koydu. Sıcak - soğuk ve sevgi kelimeleri söylenip ilişki kurulması istendiğinde, psikopatların büyük bir çoğunluğu sıcak ile soğuk arasındaki ilişkiyi vurgularken, sevgi ile sıcaklık arasında bir bağ düşünemiyorlardı. Çünkü, onlar için duygusal bir kavram olan "sevgi"nin sıcaklıkla bir ilişkisi yoktur.

Psikologlar, psikopatların davranışlarını çözebilmenin tek anahtarının kişilerin çocukluk yıllarında gizli olduğunu belirtiyorlar. İster vahşi bir cani olsun, ister agresif bir işadamı, tüm psikopatlarda görülen en önemli özellik şiddete başvurmaya olan yatkınlıklarıdır.
Çocukluk yıllarında aile içinde dayak yiyen, şiddete maruz kalan ya da ailesi tarafından reddedilme veya beğenilmeme korkusunu sürekli yaşayan kişilerde, dünyanın ve insanların acımasız olduğu düşüncesi yerleşmeye başlar. Çocuk kendisinden başka kimseye güvenmemesi gerektiğine inanmakla kalmaz, başarı için herkesi yenmesi gerektiği düşüncesine de saplanır.

Yaşı ilerledikçe bu görüşlerinin etkisiyle huysuz ve kavgacı bir yapıya bürünmeye başlar. Her türlü disiplin, kural ve yasaya karşı isyan edici bir tutuma bürünür. Bu davranışları sonucu, ailesi dahil olmak üzere, çevresindeki insanlar tarafından aşağılanır ve dışlanırsa, bu kez düşüncelerinde haklı olduğuna tamamen inanır. Tüm dünyayı kendisine düşman olarak görür.

Çocukluk yıllarında aile içinde dayak yiyen, şiddete maruz kalan ya da ailesi tarafından reddedilme veya beğenilmeme korkusunu sürekli yaşayan kişilerde, dünyanın ve insanların acımasız olduğu düşüncesi yerleşmeye başlar. Çocuk kendisinden başka kimseye güvenmemesi gerektiğine inanmakla kalmaz, başarı için herkesi yenmesi gerektiği düşüncesine de saplanır.

Yaşı ilerledikçe bu görüşlerinin etkisiyle huysuz ve kavgacı bir yapıya bürünmeye başlar. Her türlü disiplin, kural ve yasaya karşı isyan edici bir tutuma bürünür. Bu davranışları sonucu, ailesi dahil olmak üzere, çevresindeki insanlar tarafından aşağılanır ve dışlanırsa, bu kez düşüncelerinde haklı olduğuna tamamen inanır. Tüm dünyayı kendisine düşman olarak görür.

1970'li yıllarda Hawaii'de başlatılan bir araştırmada 700 çocuk doğumlarından gençlik yıllarına kadar sürekli denetim altında tutularak, bunların kişilik ve karakter gelişimleri izlendi. Araştırma sonunda, psikopat davranış eğilimi gösteren kişilerde bazı ortak özellikler belirlendi. Bazılarını şöyle sayabiliriz: Çocuğun çok zor bir doğumdan sonra dünyaya gelmiş olması, ilk yıl annesinden uzun süre ayrı kalışı, anne ya da babanın sağlıksız oluşu, huzursuz, gürültülü ve kavgalı bir aile ortamında büyümesi...

Araştırmalar iki yaşındaki çocuklarda bile psikopat eğilimlerin ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Bu nedenle psikologlar çocukların bu yaştan itibaren sürekli olarak kontrol edilmesi gerektiğini belirtiyor, küçük yaşta yapılabilecek müdahalelerle bu çocukların büyük bir bölümünün topluma kazandırılabileceğini savunuyorlar.

Yetişkin psikopatların davranışlarını değiştirmek ya da onları tedavi edebilmek adeta olanaksız. Bu olumsuzluğun temelinde psikopatların tutum ve davranışlarını doğal karşılamaları ve herhangi bir değişiklik ihtiyacını hissetmemeleri yatıyor.


Yeni Bulgular
Peki herhangi bir insanı psikopat yapan nedir? Cevap sadece kötü geçirilmiş çocukluk mu? Psikopatlığın biyolojik kökeni var mı? Son araştırmalar cevabın belki de beynimizin ön loblarında saklı olduğunu söylüyor. Kendi kendini kontrol edebilme, olgunluk, düşünüp yargıya varma, nazik olma, karar verme gibi bizi "medeni" yapan kişilik özellikleri beynimizin bu bölümü tarafından kontrol ediliyor. Ancak 1995'te Adrian Raine tarafından PET (Positron Emission Tomography) kullanılarak yapılmış araştırma ön lobların belli bir bölümü olan prefrontal cortex'in psikopatlarda normal insanlardan çok daha farklı çalıştığını gösterdi.
PET, beynin "yakıt"ı olan glükoz'un beynin değişik bölgeleri tarafından ne kadar tüketildiğini ölçer. Veriler gösterdi ki psikopatların prefrontal cortex'lerindeki glükoz seviyesi normal insanlarınkinden çok daha azdı. Glükoz seviyesi farklılığı deneğin yaş, cins, sağ el-sol el kullanımı, ırk, kafa travması olup olmadığı, şizofreni bulunup bulunmadığı durumlarından hiçbirine bağlı değildi. Üstelik deneklerden hiçbiri test süresince hiçbir psikoaktif ilaç kullanmamıştı.

Raine'in belirttiğine göre normalde de ön beynin zarar görmesi insanda düşüncesizce hareket etmeye, kendi kendini kontrol edebilme yeteneğinin kaybına, çocukça hareketlerde bulunmaya, zaman kavramında zayıflamaya, karar verme yetisinin kaybolmasına yol açabilmekte.

Ancak Raine'in kendisi bulduklarına çok temkinli yaklaşıyor. Tespit ettikleri bozuklukların psikopatlarda zaten yaygın olan psikoaktif ilaç kullanımı, hiperaktivite, epilepsi, organik beyin rahatsızlığı gibi nedenlerle de ortaya çıkabileceğini belirtiyor.

Antoine Bechara tarafından yapılan başka bir araştırmada ise prefrontal cortex'te zedelenme olan insanlarda ortak başka bir özellik olarak "şimdi"ye yönelik düşünme tarzı ortaya çıktı.

Araştırmacılar deneklere, deneklerin yaparken uzun vadeli yarar ve zarar ilişkilerini göz önünde bulundurmaları gereken bir kağıt seçme görevi verdiler. Normal insanlar görevi kolayca yaparken, ventromedial prefontal cortex'inde hasar olan denekler "kısa vadeli olarak anında geri dönüşüm sağlayan, ancak uzun vadeli düşünüldüğünde seçilmesi zararlı olacak kağıtları" seçtiler.

Bilim adamlarına göre psikopatların kağıt oyununda yaptıkları gerçek hayatta yaptıkları ile aynı. Gerçek hayatta da birçok psikopat uzun vadeli düşünmede, özellikle gelecek getirilirinin kesin olarak bilinemeyeceği, ancak tahmin edilebileceği kişisel ve sosyal ilişkilerde başarısız. Deneklerin, geleceğin ister yararlı, ister zararlı olsun getireceklerine karşı kayıtsız olduğu, bunun yerine bulundukları anın ne getireceğiyle ilgilendikleri tespit edildi.

Bu projede yer alan Antonio Damasio'ya göre prefrontal cortex'inde hasar olan kimseler gelecekte olabilecekleri kafalarında oluşturabiliyorlar, ancak bunları yararlı veya zararlı olarak ayırmıyorlar. Damasio'nun şüphesi davranış problemleri erken yaşta, hiçbir hasar veya hastalık olmadan başlayan "gelişim"ci psikopatlarda da aynı problemin bulunup bulunmadığı yönünde.

"Gelişim"ci psikopatların semptomları prefontal cortex'inde hasar olanlara göre daha şiddetli; Damasio'ya göre bu çok mantıklı, çünkü ikinciler normal gelişim yıllarından faydalanmış oluyorlar.

1996 yılında Kanada'da Dominique LaPierre tarafından yapılan araştırmaya göre ise psikopatlık prefontal cortex'teki hasardan değil de eksikliklerden kaynaklanıyor. LaPierre'nin kullandığı testler prefontal cortex'in iki ayrı bölgesi olan orbitofrontal ve frontal ventromedial alanlarının nasıl çalıştığını kontrol ediyor. Bilim adamlarına göre elde ettikleri bulgular psikopatların bütün orbitofrontal - ventromedial görevlerde çok çok zayıf olduklarıdır.

"Bulduklarımız çok önemli", diyor LaPierre, "çünkü bu bulgulara sosyokültürel olarak hemen açıklanama bulunamadığından, bu bulgular psikopatlığın beyin - bazlı kökeni olabileceğine dair çok kuvvetli kanıtlar olabilirler."

1995'te yaptığı, PET kullanılan deneyleri 1997'de daha da geliştiren ve daha çok sayıda denek kullanan Adrian Raine, 1995'te ulaştığı sonuçları destekleyen veriler elde etti. 1995'te ilk deneyde olduğu gibi bu defa da prefrontal cortex'te düşük glükoz metabolizmasına rastlandı. Psikopatlarda rastlanan diğer anormallikler ise üst parietal gyrus'ta, sol angular gyrus ve corpus callosum'da düşük glükoz tüketimi ile amygdala, thalamus ve medial temporal lobe'un çalışmalarında anormal asimetriler oldu. Bilim adamlarına göre, beynin bu bölgelerinde oluşan hasarların psikopatların özelliği olan şiddet eğilimi ve bazı kognitif bozukluklarla çok yakından ilgisi var.

2000 yılının başında Antonio Damasio tarafından yapılan başka bir araştırma ise bebeklik sırasında prefrontal cortex'in hasar görmesinin ilerki yaşlarda ahlaksal ve sosyal ilişkilerde sıkıntı yarattığını gösteriyor.

Damasio araştırmasında bebeklikleri sırasında prefrontal cortex'leri hasara uğrayan iki genci inceledi.( birinde sebep bir kazaydı, diğer gençte ise hasar beyin tümörü kaynaklıydı.) İki olayda da gençlerin oluşan beyin lezyonlarının tamamen giderildiği, ancak gençlerin gene de ilerki yaşlarda geniş çaplı asosyal ve ahlakdışı davranışlar sergilediği gözlemlendi.

Çok zeki ve yetenekli olan 20 yaşındaki kadın deneğin sürekli ailesinden ve arkadaşlarından para çaldığı, insanlara sürekli küfür ettiği, başkalarında fiziksel zarar meydana getirebilecek hareketlerde bulunduğu, çok sık yalan söylediği, önüne gelenle yatıp kalktığı, evlilik dışı olan çocuğuna çok kötü davrandığı tespit edildi. Araştırmacılara göre, denek aynı zamanda yaptıkları için hiçbir özür, suçluluk duymuyor ve kötü davranışlarının, sosyal ilişkilerindeki zorlukların kabahatini başkalarında görü-yordu. 23 yaşındaki erkek denek de tamamen aynı çeşit davranışlar sergiliyordu.

Damasio'ya göre bu gençlerin davranışları kesinlikle çevresel faktörlere bağlanamaz, çünkü her iki denek de orta sınıfta yer alan, birbirine düşkün, sağlam yapısı olan, sevgi ortamının bulunduğu ailelerden geliyor. Üstelik her iki deneğin de topluma iyi uyum sağlamış, hiç bir davranışsal bozukluk göstermeyen kardeşleri bulunuyor

Ancak psikopatlar konusunda son yıllarda yapılan en ilginç çalışma ise Adrian Raine'in 2000 yılının sonlarına doğru MRI (Magnetic Resonance Imaging) kullanarak yaptığı araştırma oldu. İnsanda stres yaratan bir aktivite olan topluluk önünde konuşma sırasında deneklerin beyni MRI ile incelendi, ayrıca kalp atışları ölçüldü.

Psikopat olanlarda prefrontal cortex'teki gri madde hacmi normal deneklere oranla yüzde 11 daha az çıktı. Ayrıca otonom sinir sistemlerindeki hareketlilik daha düşüktü. Peki bu bulguların antisosyal ilişkilerle ne gibi bağlantıları var ?

Araştırmacılara göre korkunun denetlenmesi ve strese tepki vermede prefrontal cortex'in rolü çok büyük. "Zayıf şartlanma bilincin zayıf gelişimi ile bağlantılı," diyor uzmanlar, " ve çocuklukları sırasında sosyal eleştirme gibi dıştan gelen eleştirici uyarılara daha zayıf otonom tepki veren kimseler, sosyal cezalandırmaya da daha az duyarlı olacaktır, bu da toplum kurallarını hiçe saymaya kadar götürebilir onları."

Sonuç
Psikopatlığı yaratan kökenler ne olursa olsun, bilinen tek şey psikopatların kolay kolay değişebileceği ihtimalinin günümüzde nerdeyse imkansız olduğu. Belki bir gün bir psikopatı değiştirdiğinizi görerek sevinebilirsiniz. Ancak çok ama çok büyük bir olasılıkla, bu değişiklik sadece kısa bir süre için gerçekleşecek ve kişi yeniden "asıl kimliği"ne bürünmekten çekinmeyecektir.

İşte bu nedenle eğer evinizi, işinizi ya da kalbinizi bir psikopatla paylaşıyorsanız dikkatli davranın... Çünkü sinir sistemi bozularak, sonunda değişime uğrayacak kişi, ne yazık ki siz olacaksınız!

P. S. Yazının çeşitli yerlerine iktidar ve güçle tanışmış bazı psikopatların fotoğraflarını koydum. Fotoğrafların altlarındaki notlardan da belli olduğu üzere bu tür tanışmalar korkunç sonuçlar doğurdu, insanlığın utanç sayfalarına yenileri eklendi. Yer azlığından dolayı fotoğraflarına yer veremediğim ancak anmadan da geçemeyeceğim diğer bazı "ünlü" psikopatlar ise şunlar: İspanya diktatörü General Franco, Şili'yi demir yumrukla yönetmiş Pinochet, Kızıl Khmerlerin bizzat yaptığı katliamlarla tanınan lideri Pol Pot, "Kültür Devrimi" adı altında koca bir ulusun neredeyse tüm kültürünü yokeden Mao, ülkesindeki herkese yıllarca kan kusturmuş Romanya diktatörü Çavuşesku ve daha daha başkaları. Psikopatlığın kökenleri ve oluşum nedenleri ile tedavi yöntemleri alanlarındaki çalışmalar çok önemli. Çünkü psikopatlar içinde yaşadığımız toplumun en az yüzde 5'ini oluşturuyor. Yukarda saydığım isimler, ellerine fırsat geçtiğinde psikopatların ne kadar acımasız olabileceğini göstermekte. Bu yüzden onların davranışlarının altında bulunan sebepleri anlamak, bu insanları topluma tekrar kazandırmak çok çok önemli.

Gelecek sayıda buluşuncaya kadar hoşçakalın, dostça kalın.

İlkin Mehrabov
ilkin@ieee.metu.edu.tr
Kaynaklar :
John Vitkus, "Casebook in abnormal psychology", McGraw - Hill, 1996
Thomas F. Oltmanns, "Case studies in abnormal psychology", Wiley, 1995
Lawrence Coleman Kolb, "Modern Clinical Psychiatry", W.B.Saunders, 1973
Ephraim Rosen, "Abnormal Psychology", Saunders, 1972
Henry Gleitman, "Psychology", W.W.Norton, 1981
"Bilgimatik", Aralık 1994
[Bu Adresi (link) Görme Yetkiniz Yok BEDAVA'ya Üye Ol Sitemizden Faydalan....]
[Bu Adresi (link) Görme Yetkiniz Yok BEDAVA'ya Üye Ol Sitemizden Faydalan....]
[Bu Adresi (link) Görme Yetkiniz Yok BEDAVA'ya Üye Ol Sitemizden Faydalan....]
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 06-01-2006, 08:47   #4
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan Psikopatlik Testi

Psikopatlık Testi
Bu sorular, Amerika'da, yaşamınızda yer alan bir insanın psikopat olup olmadığını anlamak için uygulanan testten alınmıştır... Her "evet" 2 puan, her "genellikle evet" 1 puan, "hayır" cevabı ise 0 puan değerinde :
1 - İşler yolunda giderken son derece neşeli ve çekici bir kişilik sergilerler mi?
2 - Amaçlarına ulaşmak için diğer insanları kullanırlar mı?
3 - Kolayca sıkılırlar mı?
4 - Gerçekleri sadece işlerine geldiği zaman mı kullanırlar?
5 - Kendilerini çok önemli görürler mi?
6 - Utanma ya da suçluluk duygusuna sahip olmadıklarını düşündüğünüz oluyor mu?
7 - Uzun vadeli planları hayalci ve gerçeklerden uzak mı?
8 - Çok çabuk öfkelenebiliyorlar mı?
9 - Kavga etmek için her türlü fırsatı değerlendiriyorlar mı?
10 - Duyguları derin değil, yüzeysel mi?
11 - Genelde ani kararlar verip uygulamaya koyuyorlar mı?
12 - Buluğ çağında otoriteye karşı isyankar mıydılar? Hırsızlık yapmışlar mıydı?
13 - Uzun süreli ilişkiler kurmakta başarısız mı oluyorlar?
14 - Cinsel yaşamlarında doyumsuzlar mı?
15 - Başkalarının duygularını anlamada gönülsüzler mi?
16 - Sorumluluk almaktan devamlı kaçıyorlar mı?
17 - Kendi hatalarını kabul etmeyip sürekli olarak suçu başkalarında mı arıyorlar?
18 - İnsanları maddi ve manevi olarak sömürmekten hoşlanıyorlar mı?
Eğer puanlamanız 26 puan ve üzerindeyse durum kötü...Çünkü, gerçek bir psikopat ile berabersiniz demektir. Sakın bir gün üzerinize balta ya da bıçakla saldıracağını düşünerek korkmayın. O kişi sizi hiçbir silaha gereksinmeden kullanacak, manipüle edecek, aldatacak ve işkenceden geçirecektir. Ve daha sonra, posanız çıkınca belki de kapının önüne koyacaktır. Size bir uyarı : Şimdiden dikkatli ve hazırlıklı olmanızda gerçekten yarar var...
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 06-01-2006, 08:49   #5
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan Tedavi ve cozum onerileri

Tedavi ve çözüm arayışları
Yıllar süren araştırma ve çalışmalara rağmen, bilim adamları henüz psikopatlığı tedavi edecek bir yöntem bulamadılar.
1950'li yıllarda, beynin kişiliği etkileyen bölümlerinin alınması ile psikopatların iyileştirileceğine inanılıyordu. Bu ameliyatlar hastalardaki şiddet eğilimini azaltmakla birlikte, 1970'li yıllarda bu tür operasyonların yapılmasına son verildi.
Beyne elektrik akımı verilmesi dahil, her türlü ilaç, terapi ve psikoanaliz, bugüne kadar bir sonuç vermedi. Şizofreni ya da depresyon geçiren kişilerde beynin kimyasal dengesi bozulduğundan,
bu dengenin tedavi yöntemleri ile düzeltilebilmesi mümkünken, tıp dünyası halen psikopatlığın tanısından öteye gidemiyor.
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 06-01-2006, 09:05   #6
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan İnsan gelisim Evreleri

PSİKOLOJİ
Gelişim Psikolojisi / Gelişim Kuramları


ERİK ERİKSON
Alman kökenli Amerikalı psikanalizcidir. Psikanaliz alanındaki kültürcülük akımının temsilcilerinden biri olup çalışmaları özellikle ergenlik dönemi ile ilgilidir.

- Childhood and Society

- Young Man Luther

- Insight and Responsabilitity

- Identity:Youth and Crisis

- Vital Involvement in old age

gibi çalışmaları mevcuttur.

Erik Homburger Erikson 15-Haziran-1902 yılında Almanya Karlsruhe'de doğdu ve 1994 yılında öldü. Babası protestan, annesi yahudi idi. Babası ve annesi o doğmadan önce ayrılmıştı. O doğduğu zaman annesi Almanya'daki arkadaşlarını ziyaret ediyordu. Annesi Almanya'da kaldı ve bir kaç yıl sonrada çocuğunun doktoru ile evlendi. Yahudi doktor Theodor Homburger genç Erik'i evinde oldukça iyi büyüttü. Uzun boylu sarışın genç büyüme çağı boyunca kendisini babasının yahudi çevresi ve yahudi okullarında buldu.

Erikson daha sonra Karlsruhe'deki Humanistische Gymnasium'a katıldı ve orada yunanca, latince, filozofi ve ilim tahsili yaptı. 18 yaşına kadarda Amerikan kolejindeki eğitimini tamamladı. En önemli merakı ilim dalları idi. Hiç bir zaman düzenli çalışma alışkanlıklarını kaybetmedi. Bu eğitimlerinin ardından bir süre üniversiteye gitmek yerine sayfiye yerlerini gezdi, bu arada bolca okuma fırsatı buldu. Birkaç yıl sonra evine geri döndü ve yeniden çalışmaya başladı. Önce Karlsruhe'de daha sonrada Münich'te çalışmalarını yürüttü.

21 yaşlarında iken Erikson Floransa'da yaşamaya başladı. ve çalışmalarını gayri resmi olarak devam etti. Orada yakın arkadaşı olan Peter Blos bir yazar olup aynı zamanda ileride Amerika'nın meşhur çocuk psikiyatrislerinden biri olacaktı

24-25 yaşlarında karlsruhe'ye geri döndü. Fakat Peter Blos onu Viyana'ya çağırdı. Kendisi orada lisan ve ilim öğretiyordu. Yıl 1927 olup Sigmund Freund 71 yaşında idi ve Amerikalı arkadaşı Dorothy Burlingham ile beraber çocuklar için psikanalitik yaklaşıma başlamıştı. Erikson'da Blos'a katıldı.

Daha sonra Erikson hem çocuklar için öğretmenlik yaptı hem de Viyana Psikanalitik Enstütüsü'nde analist olarak çalıştı. Anna Freud ile beraber tedavilerde bulundu. Çocukların tedavi ve eğitimlerinde psikanalitik yaklaşım o zaman en radikal düşünce idi.

Erikson Viyana'da 25-31 yaşları arasında 1933 yılına kadar 6 yıl kaldı. Bu süre zarfında mesleğinde çıraklıktan ustalığa geçiş dönemini yaşadı. Çocukların analizinde ustalık kazandı. Çocukların oyunlarına çalışarak psikanaliz hakkında yeni bilgiler edindi. Anna Freund ve Heinz Hartman ile ilişkilerini şekillendirdi ve Viyana yılları boyunca Freund ile pek çok konuda aynı fikri paylaştı. Gene burada karısı Joan Serson ile tanıştı. Serson o sırada sosyoloji mastırı yapan Amerikalı bir bayandı. Ayrıca modern dans ve psikanaliz konusuyla ilgileniyordu. Daha sonra karısı Burlingham Fakültesi'ne İngilizce öğretmeni olarak katıldı. Bütün yaşamı boyunca Erikson'a çalışmalarında destek oldu.

1933 yılında Viyana Psikanaliz Enstitüsü'nden mezun olan Erikson Avrupa'da çıkan kargaşalıklardan kurtulabilmek amacıyla Boston'a göç etti. Harward Tıp Okulu'nda çalışmaya başladı. Burada Henry Murray ile beraber kişilik gruplarını incelemeye başladı. Bu incelemeler daha sonra Erikson'un Sigmund Freund, Martin Luther ve Gandhi üzerindeki araştırmalarında yardımcı olacaktı. Daha sonra Erikson Amerika'da çeşitli yerlerde çalıştı.

İkinci Dünya Savaşı boyunca Alman gençliğinin psikososyal dinamiği ve liderleri Adolf Hitler'i inceledi.

Childhood And Society adlı kitabını orta yaş dönemine geçtiği 42-46 yaşları arasında yazdı ve 1950 yılında da yayınladı. Karl Abraham ve Sigmund Freund'un psikoseksüel gelişmelerinde olduğu gibi Erikson'un bakışı gelişme üzerineydi. Ve daha çok ego gelişmesi çocukluk ve adölesan döneminde ortaya çıkıyordu. Bu yönüyle Abraham ve Freund'un kavramlarına benzemiyordu.

Çalışmalarını Hartman'ın izinde sürdüren Erik Erikson Freund'un psikanalitik gelişim kuramını çekirdek ailenin sınırları dışındaki toplumsal dünyaya çıkarmıştı. Çocuğun gelişimini erginlik sonrasında da inceleyerek psikanalitik gelişim kuramını zenginleştirmiş ve kişiliğin çocukluğun ilk dönemlerinde belirdiği görüşünü reddetmiştir. Erikson'a göre "eğer her şey çocukluk dönemiyle açıklanırsa, o zaman her şey bir başkasının kusuru olarak değerlendirilir ve insanın kendi sorumluluğunu üstlenme gücüne duyulan güvende azımsanmış olur!"

Erikson'un " İnsanın Sekiz Evresi" başlığı ile geliştirdiği dönemler kuramı, normal ve anormal kişilik gelişmesini açıklamaktadır. Ancak, Erikson'u anlayabilmek için, ortaya koyduğu temel kavramları bilmek gerekir. Bunlar:

Aşamalı oluşum ilkesi (epigenetik principle) Buna göre gelişen organizmanın bir taban planı vardır. Organizmanın parçaları bu taban plana göre belli bir zaman ve sıraya göre gelişir. Her parça embriyolojide olduğu gibi uygun zaman içinde gelişir ve işlev gören bir bütün ortaya çıkar Her dönem kendisinden sonra gelen dönem için bir basamak oluşturur ve bir dönem önceki dönemlerin etkisi ile biçimlenir. Önceki dönem sonraki dönemlerde gelişecek olan çekirdek özellikleri içinde taşır. Böylece kişilik gelişmesi, yaşamın ilk günlerinden başlayarak birbiri üzerine binen ve birbirini hazırlayan basamaklardan ilerleyerek oluşur. Aşamalı oluşum ilkesine göre, her dönemin kendisine özgü gereksinimleri, tamamlanacak görevleri, çözülecek sorunları, duyarlı yönleri ve özgül bunalımı(crisis) vardır. Normal kişilik gelişmesi bu gereksinimlerin karşılanması, sorunların çözülmesi, görevlerin uygun zamanda tamamlanması, bunalımın atlatılması ile gerçekleşir.

Organ işlev-biçimi(organ mode):Erikson'a göre, belli bir dönemin ağırlık noktası olan bölgeye ilişkin temel işlevler bütün organizmaya yayılarak organizmada egemen bir işlev biçim oluşturur. Örneğin: Oral dönemde ağız bölgesinin temel işlevi içe almadır (incorporation). Ancak bu dönemde organizma bütün yüzeyi, bütün duyu organları ile de bu işlevi kullanmaktadır. Yani yalnız ağız aracılığı ile değil, bütün duyu yolları ile dışarıdan gelen "uyaran besilerini" (stimulus nutriment) içe alarak beslenir. Önemli olan yalnızca ağız bölgesinin işlevi değildir. Ağız bölgesine özgü bir işlev olan ve bu bölgeden kaynaklanan içe-alma eyleminin tüm organizmaya yayılması ile genel bir davranış biçimi oluşmaktadır.

Toplumsal işlev-örüntü(social modality) Her dönemin kendine özgü organ işlev biçimi toplumsal çevre ile sürekli etkileşim içindedir. Örneğin, oral döneme özgü içe-alma işlevi dışarıdan verilen besi ve uyarıları organizmanın içine aktarır. Çaresiz ve bağımlı olan bebek, ancak çevrenin kendisine vermesi ile yaşayabilir. Yani burada alıcı bir organizma ile verici bir çevre karşılıklı bir ilişki içerisindedir. Bebeğin çaresizliği ve bağımlılığı yanı sıra içe-alabilme yetisi, çevrenin de vericiliğini sağlar. Çocuk belli toplumsal yöntemlere uygun olarak kendisine verilen besileri ve uyaranları kendi içine alarak sindirirken, en yalın anlamda toplumsal bir alış veriş içine girmekte: başkalarından verileni alma-alabilme uğraşarak alma-alabilme ve giderekte verme, verebilme yetilerini kazanmaktadır. İçe-alma (incorporation) bir organ işlevi biçimi (organ mode), alma ve verme ise toplumsal bir işlev-örüntü (social modality) dür. İçe alma işlev-biçimi organizmada yaygın bir psikobiyolojik eğilim; almak ya da vermekte toplumsal alışveriş anlamı taşıyan bir benlik yetisidir.

Ruhsal-toplumsal Dönemler(psycho-social stages) Erikson organ işlev biçimlerinin ve toplumsal etkileşmelerle oluşan işlev örüntülerinin gelişmeleri ile her dönemde benliğin özel bir bunalımdan (crisis) geçerek, o döneme özgü benlik sorununu çözdüğünü, bir gelişmeyi tamamladığını ve özel bir benlik öğesinin temel taşını kazandığını tanımlar. Her dönem birbirine karşıt iki temel öğe ile adlandırılır. Örneğin dürtüsel açıdan "oral" adını alan ilk dönem ruhsal-toplumsal açıdan "temel güvene karşı -temel güvensizlik " dönemi adını alır. Buna göre bu evrede, sağlam çocuğun kazandığı ilk benlik gücü "temel güven duygusu" (sense of basıc trust) dur. Ama bireyde ne denli güven duygusu olursa olsun, bir "temel güvensizlik duygusunun" (sense of basic mistrust) çekirdeği de karşıt bir öğe olarak bulunur. Önemli olan aradaki dengenin olumlu öğe doğrultusunda gelişmesidir. Aşırı güvensizlik yönünde gelişme ağır ruhsal bozuklukların kaynağı olabilir.

Erikson,"İnsanın Sekiz Evresi"ni benlik gelişiminin aşamaları olarak tanımlamıştır. Her evrede benlik, belli bir takım gelişmeleri tamamlamakta; sorunları çözmekte ve evreye-özgü bir psikososyal bunalımı (psychosocial crisis) atlatmaktadır. Evrelerin adı, benliğin o evrede geçirdiği özgül psikososyal bunalıma verilen addır.

Erikson, her evrede benliğin karşılaştığı bir olumlu benlik öğesi, bir de bunun karşıtını belirtmiştir. Temel güvenin karşıtı temel güvensizliktir. Bu evreye özgü psikososyal bunalım temel güven ve güvensizlik arasında bir dengenin kurulabilmesi ile ilgilidir. Öyleyse ilk evre "Temel güvensizliğe karşı Temel güven " adını almaktadır.

İNSANIN SEKİZ EVRESİ

1)GÜVEN YADA GÜVENSİZLİK (Oral-duyum dönemi) Bu dönem Freund'un oral döneminin karşılığıdır ve yaşamın ilk yılı boyunca sürer.

Bebekte toplumsal güven duygusunun ilk belirtileri beslenme, uyku sindirim gibi işlevlerde düzen ve rahatlığın bulunuşudur. Bu dönemde bebek tümden alıcı bir yapıdadır. Dışarıdan verilecek besinler, uyaranlar ve uygun bakım olmazsa yaşamını sürdüremez. Bu "alıcı" yapıya karşı annenin "verici" oluşu karşılıklı bir düzen ve denge sağlamaktadır. Çocuğun rahatlığı yada tedirginliği, çevresinde kişilerin bulunup bulunmamasına, gereksinimlerinin karşılanıp karşılanmamasına bağlıdır. Alıcı organizma verici bir varlık sayesinde,zaman içinde, yalnız biyolojik bir almayı değil, toplumsal bir anlamı olan bir alıp vermeyi de öğrenir. İlk toplumsal işlev-örüntü budur. Doğal olarak tümden almayı bekleyen bir organizma karşısında vermeyi bilen ve buna hazır olan bir yetişkin insanın bulunuşu karşılıklı işleyen bir bütünü oluşturur. Annenin vermeye hazır oluşu ve bunu istemesi, onunda vericilikten bir şeyler aldığını gösterir. Böylece bebeğin ilk toplumsal başarısı, büyük kaygı ve öfkeye kapılmadan annesinin göz önünden silinmesine, bir süre uzak kalmasına dayana-bilmesidir. Böyle bir başarı, bebeğin benliğinde varlığı artık kesinlik kazanmış bir annenin bulunduğunu gösterir. Anne bir süre gözden uzaklaşabilir. Fakat az sonra gelecektir. Gözden şu anda silinmesi tümden yok olması anlamında değildir. Demek ki düzenli alma-verme ilişkisi bebeğin zihninde annenin sürekliliğini sağlar. Karşılıklı etkileşen bu iki organizmanın bütünleşmesindeki temel öğeler süreklilik, tutarlılık ve aynılıktır. İlişkide süreklilik vardır, sık sık değişmemektedir. Bakım biçimi toplumun gereklerine ve olanaklarına göre bir tutarlılık içindedir. Bebeğin zihninde oluşan imgesel kişilerle ona bakım veren kişiler aynı kişilerdir. Yani artık sürekliliği, tutarlılığı ve aynılığı olan kişiler bebeğin ruhsal yapısını içselleştirmişlerdir. Ruhbilimindeki nesne sürekliliği (object constancy) kavramının bebekteki oluşumunu Erikson böyle açıklıyor. İşte anne çocuk ilişkisindeki bu süreklilik, tutarlılık ve aynılık çocukta "temel güven duygusunun" özünü oluşturur. Bu duygu bir yandan çevrenin güvenini yansıttığı gibi, bir yandan da kendi benliğinin süreklilik ve aynılık taşıyan, bakılmağa değer bir varlık olduğunu gösterir. Yani hem çevre, hem kendi varlığı güvenilir durumdadır. Erikson'un görüşünü şöyle de özetleyebiliriz:" Çevremdekiler, bana bakıyor, veriyor, varlığımı tanıyor. Onların sürekli, tutarlı ve aynı kişiler oluşu güvenilir kesinliktedir. Bende verilmeğe, bakılmağa değer, güvenilen bir varlığım" Kuşkusuz bebeğin böyle bir değerlendirmeyi duygusal ve bilinçsel düzeylerde yaşayıp yaşamadığı bilinemez. Bunların ancak. Bunları ancak sözlük öncesi (preverbal) duygular, seziler, fizyolojik algılar olarak düşünebiliriz. Bu evredeki çocuk sanki kendi varlığını kendisine verilenlerle eş tutmaktadır. "Ben bana verilenim" (I am what I am given)

Bu dönemin tehlikesi çocuğun yeterli güven duygusu kazanamayışı ve temel güvensizlik çekirdeğinin bütün oluşudur. Böyle bir durumun örnekleri aile içinde büyüme olanağı bulamayan çocuklarda görüyoruz. Çocuğa çok iyi bakım veren, fakat bakıcılarda süreklilik ve aynılık bulunmayan çocuk yuvalarında en önemli sorun temel güven duygusunun gelişmemesi ya da yıkılmasıdır.

Ruhsal bozukluklar arasında temel güven duygusunda eksikliğin en iyi örneği çocukluk şizofrenisinde gözlemlenebilir. Temel güven duygusunun yaşam boyu zayıf oluşu yetişkin kişide şizoid yada depresif türden içe kapanmada görülebilir. Bu tür bozukluklarda sağaltımın birinci koşulu temel güven duygusunun yeniden sağlanabilmesidir.

Temel güven ve güvensizlik arasındaki çatışmanın çözümü için gerekli davranış örüntülerinin geliştirilmesi benliğin ilk görevlerinden biridir. Bu, aynı zamanda annenin de ilk görevlerinden biridir. Ama burada şunu açıkça belirtmek gerekir ki, "bebeklik çağında elde edilen güven duygusunun niceliği, bebeğe verilen besinlerin ya da sevgi gösterilerinin niceliğine değil, daha çok anne çocuk ilişkisine bağlıdır.

Ancak, bu dönemde en verici koruyucu çevrede bile, bebek değişik derecelerde örseleyici durumlarla karşılaşır. Bu örseleyici durumlar, kimi kez çevresel, toplumsal, ekonomik koşullar nedeniyle ortaya çıkar. Çoğu kez de bebeğin kendi doğal gelişme sürecinde belirir. Örneğin dişlerin çıkması ile bebek meme başını ısırınca, anne ister istemez memeyi çekecektir. Bu gelişme ile anne çocuk bütünlüğü artık değişmekte; bu bütünlük en azından memeye sarılabilme bakımından bozulmaktadır. Bu tür örseleyici olaylar her kişide bir temel güvensizlik duygusunun da çekirdeğini oluşturmaktadır. Önemli olan, aradaki dengenin sağlanması; çocuğun kendi benliğini ve çevresini daha güvenilir olarak algılayabilmesidir.

Fakat, en uygun koşullarda yetişen çocuğun ruhsal dünyasında bile bir zamanlar anne kucağında yaşanmış tatlı bir cenneti yitirmiş olmanın ilkel bir acısı ve bu cennete karşı evrensel bir özlemin kalıntısı bulunmaktadır. Bebeklikte en çaresiz ve bağımlı bir dönemde yaşanılmış ve sonradan yitirilmiş olan bu cenneti yeniden bulma gereksinimi, Erikson'a göre, bir tanrıya inançta simgeleşmektedir ve dinlerin temelini oluşturmaktadır.

2)ÖZERKLİK YA DA UTANÇ VE KARARSIZLIK (Anal kas dönemi) Freund'un anal döneminin karşılığı olan bu dönem ikinci ve üçüncü yılları kapsar. Birinci yaşın sonuna doğru çocuğun kas ve hareket dizgesi hızla gelişir. Ayağa kalkmak ve yürüyebilmek, çocuğun anne kucağından çevreye doğru uzanması; yatay ve bağımlı var oluştan, dikey ve hareketli, özerk varoluşa geçişin ilk adımlarıdır. Hareket dizgesinin gelişmesi yanı sıra, çocukta işeme ve dışkılama işlevlerini gören büzgeç kaslar olgunlaşmaktadır. Büzgeç kaslarının olgunlaşması işeme ve dışkılamanın artık isteğe bağlı olarak yapılması demektir. Yani çocuk isterse tutabilir, isterse bırakabilir. Böylece birbirine karşıt iki istek, iki eğilim ortaya çıkar. Çocuk, birbirine karşıt iki eğilim arasında bir seçim yapabilme durumuna girmiştir. Bu durum, insanoğlu için yepyeni bir yetinin gelişmesi demektir; istemek ya da istememek, yapmak ya da yapmamak İşte özerklik duygusu birbirine karşıt istek ve eğilimler arasında bir seçim yapabilme gücüdür.

İşeme ve dışkılamayı isteyince tutabilme ya da bırakabilme, giderek toplumsal anlam taşıyan bir çok davranış örüntülerine de geçer, ve genelleşir. Ve çocuk, iki tür toplumsal işlev-örüntü ile denemeler yapar: tutmak, bırakmak. İlk toplumsal işlev-örüntü almak, almayı bilmektir. Bu evrede ise birbirinin karşıtı iki davranış örüntüsünün geliştiğini ve ilişkilere yansıdığını görüyoruz: İnsanları, eşyayı, parayı, alışkanlıkları, sevgiyi vb. tutmak, bunlara tutunmak ya da bunları bırakmak, bırakabilmek. Tutmak ve bırakmanın toplumsal uyum için bir çok olumlu yönleri yanı sıra, olumsuz yönleri de gelişebilir. Örneğin tutunmak, kin, yıkıcılık ve saldırganlıkla yüklü, kısıtlayıcı bastırıcı bir tutuculuk eğilimi ile belirgin olabilir. Bırakmak da kırıcı, yok edici eğilimleri kolayca ortaya sermek ya da rahat bir bırakıcılık ve boş verme biçiminde belirebilir.

Çocukta bu evrede birbirine karşıt eş-anlı iki eğilim arasında bir seçim yapabilme yetisi gelişmektedir. İşte bu evrede, dışarıdan yapılacak denetim ve öğretiler, çocuğun seçim yapabilme yetisini aşırı uçlara götürmeyecek biçimde güven verici olmalıdır. Yoksa yapılan seçim inatçı bir tutmaya ya da istenilmeyen yer ve zamanda öfkeyle bırakmaya yol açabilir. Örneğin çocuk kakasını inatla tutabilir, ya da bunları öfkeyle fırlatırcasına bırakabilir. Bu evrede ana-babanın kesin ve tutarlı davranışları çocuğun seçim yapma yetisini, özerkliğini zedelememelidir. Çocuk içinde bulunduğu toplumun beklentilerine göre bir şeyleri yapmayı, örneğin kakasını, çişini uygun zaman ve yerde bırakmak üzere tutmayı öğrenirken, ağır utandırmalar ve cezalarla karşılaşırsa utanç ve kuşkuculuk duyguları yerleşir. Böylece bu duyguların etkisi ile "seçim" yapabilme ve "istenç" (irade) yetilerinin gelişmesi kösteklenebilir. Bu devredeki tehlike utanç ve kuşkuculuk duygularının aşırı gelişmesidir.

"Utanç duygusu, uygar dünyada, daha çocukluğun erken dönemlerinde suçluluk duygusu ile karışmaktadır. Bu nedenle de yeterince incelenmemiştir. Utanç duygusu kişide göze görünmemek; bakıldığında yüzünü örtmek; yerin dibine geçmeyi istemek biçiminde algılanır. Utanç duyan kişide aslında kendine yönelik bir öfke vardır. Kuşku ise utancın kardeşidir. Utanç kişinin ortalıkta görünebileceği; kuşku ise kişinin bir önü, bir özellikle arkası olduğu bilincine bağlıdır. Çocuk kendi arkasını göremez; fakat bu arka başkalarınca denetlenmek istenmektedir. Çocuğun arkası karanlık bir bölgedir ve bu bölge başkalarınca istila edilerek, denetlenerek Özerklik duygusunun gelişmesi engellenebilir. Böyle bir durumda utanç ve kuşkuculuk kaçınılmaz olur. Tuvalet eğitimi sırasında, çocuğun kıçının sürekli denetlenmesi onda başkaları tarafından denetlenen "arkası" olduğu bilincini pekiştirir. Bu da yetişkin yaştaki saplantı (obsession) kuşkuculuğuna ya da paranoid korkulara yatak hazırlayabilir.

Bu evrede, çocuk birbirine karşıt duygu ve eğilimler üzerinde giderek bir denge kurmayı seçim yapabilmeyi ve irade yetisini geliştirir. Özetle; özerklik duygusu bireyin yalnızca ayrımlaşmış bir varlık olduğunu algılaması değildir. Aynı zaman da karşıt dürtü ve eğilimler arasında bir seçim yapabilmesi, benlik saygısını yitirmeden, utanç ve kuşkuya kapılmadan kendi kendisini denetleyebilmesidir. Erikson, tanrıya inancın kaynağında temel güven duygusunun bulunduğunu ileri sürmüştür. Toplum içinde "yasa ve düzen" ilkesini de özerklik ve istenç duygusuna bağlamıştır.

3)GİRİŞİM YA DA SUÇLULUK (cinsel devinsel dönem)

Freund'un fallik döneminin karşılığı olan bu dönem beşinci yıl sonuna kadar sürer. Çocuk 3-4 yaşlarında beden ve kişilik bakımından hızla büyümektedir. Artık sanki bir yetişkin gibi daha sevecen ve rahat; düşüncesinde daha parlak; hareketlerinde daha canlı ve etkindir. Bu dönemde çocuğun motor gelişmesi hızla olgunlaşırken, cinsel organlara yönelik ilgileri de artmıştır.

Erkek çocuğun davranışlarında girici atılgan davranış özellikleri ağırlık kazanır. Kızda ise ele geçirme yada çekici oluş gibi davranış biçimleri gelişir. Çocuğun motor ve zihinsel güçlerinin artışına bağlı olarak, eylem alanı, istek ve emelleri de genişlemektedir. Bu evrede çocuk, düşüncede ve eylemde cinsel konulara, bilinmeyen şeyleri öğrenmeye, çevresinin çapını genişletmeye yönelmiştir. Cinsel ayrılıkları tanıması, bu ayrılıklarla ilgili bilmediği bir çok şeyleri de öğrenmek isteğini kamçılar. Artık anne, yalnızca çocukta bakım veren en yakın kişi değil, aynı zaman-da karşı cinsten anlamı olan bir kişidir. Bu evre, Oedipus çatışmasının, iğdişlik korkusunun ve yasak-sevi (insest) kuralının algılandığı, kavranıldığı dönemdir. Bu evrede çocuk cinselliğinin artık yeni bir boyut kazanması, yani eşeysel anlam taşıması ile çocuk özel bir kritik dönem geçirmektedir. Bu dönemin üstesinden gelmek için çocukluk cinselliği artık bırakılmalı; yavaş yavaş ana ya da baba olma sürecine girilmelidir. Ana ile ya da baba ile özdeşim yaparak çocuk benliği gelişir, üst benlik oluşmaya başlar. Çocuk, içinde bulunduğu toplumun rollerine, işlevlerine kurallarına göre davranmaya; o toplum için geçerli araç gereci, silahı kullanmaya ve kendisinden küçük çocuklara bakım vermeye yönelir.

İşte çocuğun psikososyal gelişiminin bu evresinde, cinsel konulara dalması, bitmek bilmez bir öğrenme merakının ortaya çıkması, anne yada babanın yerine geçmeye özenmesi ve bu doğrultuda emeller beslemesi girişim duygusunun öncüleridir. Girişim her eylemin zorunlu bir parçasıdır. İnsanoğlunun her öğrenmesinde, her eyleminde en önemli başlatıcı öğedir. Bu evrede, oluşan temel toplumsal işlev-örüntü "becermedir". İngilizce de "making" çok yerinde ve güçlü bulan Erikson, bu sözcükte saldırma ve elde etmenin sağladığı bir doyumun olduğunu yazar. "Girişim ve becerebilme" bu iki yalın sözcük, yaşamda verilen tüm savaşımları, çabaları, başarıları tanımlayabilir. En küçük işi becermede, en karmaşık bilimsel ya da sanatsal çalışmada, en yoğun sevişme ve cinsel birleşmede bu iki sözcüğün taşıdığı anlamlar yatar. Bu nedenlerle, bu evrede yaşanılan psikososyal bunalımın, çocuğu ağır suçluluk duygularına sürüklememesi gerekir. Çocuksu eylemleri, atılmaları, soru sormaları ve cinsel ilgileri yüzünden sık sık korkutulan, ceza gören çocukta giderek ağır suçluluk duyguları doğuran bir üst benlik oluşur. Bu üst benlik kimi kişilerde ilkel acımasız ve çok katı olabilir. Böyle bir üst benliği olan çocuk aşırı ürkek, uysal ve girişim duygusundan yoksun büyüyebilir. Bireyin girişim ve becerme gücü ceza korkusu ve suçluluk duygusu ile kısıtlanır. Çocukluktaki anne-baba ya da çevre korkutmaları ve cezaları artık bireyin üst benliğince yürütülmektedir. Bu tür girişim kısıtlanışı ve suçluluk duyguları kişinin edilgen, ürkek ve bağımlı kalmasına yol açar. Kimi zamanda histerik kısıtlanma belirtilerine, cinsel güçsüzlük ve yetersizlik duygularına neden olabilir.

Özetle:Çocukluğun 3-6 yaşlarında gelişen olumlu benlik öğesi girişim duygusudur. Girişim duygusu özerk ve özgür düşünmek, geleceğe yönelik erekler beslemek ve eyleme geçmek için rahatlık ve güç sağlar. Bu dönemin tehlikesi aşırı suçluluk duygusunun gelişmesidir.

4) BECERİ YA DA AŞAĞILIK DUYGUSU (Gizil dönem)

Freund'un gizil döneminin karşılığı olan bu dönem ilkokul çağını kapsar ve 6-11 yaşları arasındaki dönemdir. Çocuk ruhsal dünyası ile, artık gerçek yaşama geçmeye hazır gibidir. Fakat önce, ister tarlada ya da ormanda, ister sınıfta olsun, bir okul yaşamından geçmesi gerekir. Büyüyerek gerçek bir anne ya da baba olacaksa, eski çocukluk ereklerini unutup, içinde yaşadığı toplumun gereklerine göre bir şeyler yapmayı öğrenmesi zorunludur. O toplumda geçerli öğrenme alanı ne ise, o alanda çalışması ve üretici olabilmesi için gerekli hünerleri kazanmalıdır. Klasik psikanalitik deyimle bu gizillik döneminde çocuk çabucak ana-baba olma ereklerini bırakır, unutur; daha doğrusu bu erekleri olumlu eylemler doğrultusunda yüceleştirir. Ana-baba olabilmek için önce üretici bir çalışma ve yapıcılık ile kendine bir yer kazanması gereğini öğrenir. Artık kendi ailesinin koruyucu yatağında değil, toplumun sağladığı öğrenme ve çalışma alanında kendini göstermek zorundadır. Okul çocuğunun benlik sınırları içine artık araç gereçler girer. Bu araç -gereçleri kullanabilmek için beceriler geliştirir. Bu dönemde, bütün toplumlarda çocuklar, düzenli ve tutarlı eğitim-öğretim görürler. Bunun yalnız okuma-yazma biçiminde olması gerekmez. İlkel topluluklarda ana-babadan ve büyük çocuklardan öğrenilen bir çok beceriler vardır. Böylelikle, büyüklerin dünyasına egemen olan araç-gereci silahı kullanmayı öğrenerek, o toplum teknolojisinin temelleri çocuk benliğine yerleşir.

Bu dönemde çocuğun karşılaşabileceği tehlike yetersizlik ve aşağılık duygusudur. Eğer araç-gereç ve öğrenim dünyasına uyum yapmaz ve umudunu yitirirse, onları benimsemeyebilir. Bunun sonucunda aile içi bağımlılığa dönebilir. Yani çocuk, birçok araç ve gerecin kullanıldığı dünyada kendi araç-gereç takımının (el, kol, ayak, cinsel organların gücüne güvenme, bunlarla ilgili becerebilme yetileri,zihinsel becerileri) zayıflığına ve yetersizliğine inanır. İşte böyle bir durumda çocuğun bağımlı,çekingen ve yetersiz olmaması için toplumun teknolojisi içinde geçerli olan rollerin çocuk için bir anlam taşıması sağlanmalıdır. Toplumda uygun ve gerekli görülen araçların kullanılması ve bunlara uygun beceriler öğretilirken çocuk zihninde bunların anlam kazanmalarına da dikkat edilmelidir. Örneğin avcı bir toplumda yetişkin erkek olabilmek için o topluma özgü av araçlarının büyük anlamı vardır. Ne yazık ki okuma yazmaya ağırlık veren çağdaş toplumların bir çoğunda okutulan şeylerin anlamı ve yararlılığı kuşkuludur.

Bu dönemde bir başka önemli tehlikede çocuğun öğretilenleri olduğu gibi alması; bunların dışına çıkamaması ve sonunda öğrendiği teknolojinin kurbanı olmasıdır. Böylece çocuk benliği daralır, özerk ve girişimci benlik gelişmesi kısıtlanır.

5)EGO KİMLİĞİ YA DA ROL KARGAŞASI (Erinlik ve erginlik dönemi)

Toplumun araç-gereç ve beceriler dünyası ile iyi bir ilişkinin kurulması ve ergenlik çağının gelmesi ile çocukluk dönemi sona erer. Gençlik çağı başlar. Ergenlik ve delikanlılık yaşlarında bedenin ve eşeysel organların hızlı bir gelişimi olur. İçsel coşkular ve önemli gelişimsel sorunlarla karşılaşan delikanlı erkek ve kız kendisine eskiden aşılanmış roller ve hünerlerle, bundan böyle yükleneceği rolleri ve sorumlulukları karşılaştırır. Kimlik duygusunun kazanılması sürecinde çocuklukta yaşanmış olan kavgalar çatışmalar yeni baştan yaşanır. (Bağımlılık-bağımsızlık, güven-güvensizlik, oedipal eğilimlerin canlanması ile ilgili çatışmalar...) Bu dönemde delikanlı kendine göre ne olduğu ne olacağı ile, başkalarına göre kendisinin ne olduğu sorularına yanıt arar.

Bu evrede benlik kimliğinin (ego identity) oluşması, çocukluk çağında yapılmış olan özdeşimlerin toplamından öte bir şeydir. Ergenlik ve delikanlılık çağının dürtüsel çalkantıları içinde bütün eski özdeşimler sarsılır; yeniden değerlendirilir. Eski özdeşimler delikanlının yeni değerlerine ve rollerine uygun nitelik kazandırılarak benimsenir. Böylece yenileştirilen özdeşimler le eski özdeşimler arasında bağlar kurulur.

İşte kimlik duygusu benliğin bu bütünleştirme yetisinin artan biçimlerde yaşanması, kişiliğe yerleşmesidir. Temel güvenle ilgili bölümde çocukluk çağında kazanılmış olan içsel aynılık ve süreklilik duygusu- anlamı belirtilmişti. Bu evrede delikanlı, başkalarınca da nasıl tanındığına değerlendirildiğine büyük önem verir. Kendi bireysel benliğinde yerleşmiş olan süreklilik ve aynılık duygusu(sense of sameness) toplumsal yönden de kazanılır. İşte, Erikson'un kimlik duygusu (sense of identity) diye belirlediği duygu, eskiden çekirdek durumda var olan kimlik duygusu ile, bu dönemde gelişen ve toplumsal anlam yüklenen kimlik duygusunun bütünleşmesi ve buna bağlı olan güven duygusudur. Bir başka deyimle, ben neyim, ben kimim soruları karşısında delikanlının fazla kuşkuya ve bocalamaya kapılmadan kendi kimliğini tanımlayabilme ve kabullenme durumuna gelmesidir.

Kimlik duygusunun cinsel, toplumsal ve mesleksel öğeleri vardır. Delikanlılık, belli bir eşeylik yapısına bağlı tamlık, yeterlik ve güçlülük duygusunun yerleştiği dönemdir. Gencin cinsel yapısı ve yeterliği konusunda önce bir takım soruları ve kuşkuları olabilir. Kendi cinsel yapısını, yeterlik ve gücünü, düşüncede yada eylemde, başkaları ile karşılaştırır. Bu konuda başkalarınca da nasıl görüldüğünü merak eder. Kendini sınar, yarışmaya kalkar. Zamanla,sağlıklı gencin bu tür sınamaları, yarışmaları, kuşkuları yatışır. Kendi cinsel yapısının ve yeterliğinin gerçekçi kabullenişi ile cinsel kimlik duygusu olgunlaşır.

Toplumsal yönden kimlik duygusu, delikanlının kendi grubu ve toplumu içinde rollerini, yerini, değerini tanıması, tanıtmasıdır. Bu konuda da soruları kuşkuları olur. Kendisine toplum içinde bir yer arayan delikanlı, geçici bir süre de olsa, belli gruplarla ya da kahramanlaştırdığı kişilerle aşırı özdeşim yapar. Bir süre için sanki kendi kimliğini yitirir, bir başkası olur. Delikanlı kız ve erkekler kendi kümeleşmeleri içinde çok tutucu ve acımasız olabilir. Kendilerine benzemeyenleri dışarıda tutarlar. Kendi gruplarını, ülkelerini ve düşmanlarını katı kalıplar içinde görerek bir dayanışma sağlarlar. Bir yandan da arkadaşlarının içten bağlılığını, sadakatını denerler; gerçek dostluğu ararlar. Bu evrede görülen "aşık olma" yalnızca cinsel bir konu değildir. Delikanlı aşkı, büyük oranda, gencin kendi benlik imgesini bir başkasına yansıtması; onun tarafından nasıl görüldüğünü, nasıl değerlendirildiğini anlamak ve bu yolla kendi kimliğine tanım bulmak çabasıdır. İşte bunun için delikanlılık aşkında cinsellikten çok konuşma egemendir.

Kimlik duygusunun gelişmesinde mesleksel uğraşıya yönelmek ve bir meslek kazanmak için eğitim ve hazırlıklara girmek büyük önem taşır. Hemen her toplumda kimlik ve meslek iç içedir. Bu nedenle, mesleksel kimliğin kazanılabilmesi için sağlanan eğitim ve iş olanakları ile ilgili sorunlar delikanlı bocalamasının en belirgin yanını oluşturur. Rolleri ve meslek uğraşları iyi belirlenmemiş, olanakların kısıtlı olduğu toplumlarda gencin uzun süre bocalaması kaçınılmazdır.

Görülüyor ki kimlik duygusu, bireyin kendisinin (tüm bedensel ve ruhsal yapısı; geçmiş, şimdi, gelecekle ilgili öz yaşantıları, tasarımları ve ülküleri ile birlikte) bilinçli ve bilinç dışı kabullenişi olduğu gibi, cinsel, toplumsal ve mesleksel yönlerden somut gelişimlerin de tamamlanmasını gerektirmektedir.

Delikanlılık, çocukluk ve yetişkinlik arasında bir geçiş, bir askıya alma (moratorium) dönemidir. Çocuklukta öğrenilen ahlak değerleri ile yetişkin yaşamdaki değerlerin karşılaştırıldığı çağdır. Kişinin toplumsal yerini, mesleksel konumunu ve cinsel kimliğini tanımaya, yerine oturtmaya çalıştığı bir dönemdir. İşte, bu çabaya ''kimlik bunalımı'' (identity crisis) denir. Kimlik bunalımı ile kimlik kargaşasını (identity confusion) birbirinden ayırmak gerekir. Kimlik bunalımı her delikanlının kendi kimlik duygusunu kazanabilmesi için bilinçli ya da bilinçdışı olarak verdiği bir savaşımdır. Bu savaşım kiminde daha sessiz, kiminde daha dalgalı ve fırtınalı geçebilir. Ana-baba ve toplumla değişik derecelerde sürtüşmeler, ters düşmeler olabilir. Bu bunalım coşkulu bir ırmağın yatağını bulması gibidir. Bu süre içinde ana-babadan bağımsızlaşma, toplumsal değerleri, ülküleri yeni baştan tartma ve kendine bir yol bulma çabası egemendir. Öyleyse, kimlik bunalımı (identity crisis) her gencin değişik yoğunlukta yaşadığı doğal bir süreçtir. Kimlik kargaşası (identity confusion) ise bu bunalımın ağırlaşması; geçici de olsa uyumun oldukça ağır biçimde bozulmasıdır. Böyle bir durumda bocalayan genç, aşırı uçlara sapabilir; ağır cinsel kuşkulara, yetersizlik duygularına kapılabilir; bunaltıya, panik durumlarına girebilir. Ana - babaya, topluma karşı gelebilir. Zaman zaman ters kimlik (negative identity) belirtileri gösterebilir. Yani ana-babanın, hatta kendisinin beklentilerine ters düşen davranışları deneyebilir. Kimlik kargaşası ruhsal çökkünlük, aşırı taşkınlık, antisosyal davranışlar, hatta şizofreniye benzer belirtilerle ortaya çıkabilir. Uygun ortamda danışma ve tedavi ile bu fırtına yatışır. Kimi gençlerde de bir ters kimlik (negative identity) yerleşebilir. Kimilerinde de bu bocalamanın yıllarca sürdüğü görülür.

6)YAKIN İLİŞKİLER YA DA SOYUTLANMA (Genç Yetişkinlik Dönemi ):

Delikanlılık döneminden sonra genç yetişkinlik çağı başlar. Delikanlılık döneminde en önemli kimliğin araştırılması, kimlik duygusunun yerleşmesidir. Bundan sonraki dönemde, yani genç yetişkinlik çağında, artık birey kendi kimliğini bir başkasının yada başkalarının kimliği ile birleştirebilmeye hazırlar. Bu yakın ilişkiler kurma evresidir. Kuşkusuz eski dönemlerde de candan dostluklar, yakınlaşmalar olmuştur. Gençlik çağında başlayan yakınlaşmanın ise değişik bir boyutu vardır. Burada yakınlaşma, yakın ilişki kurma derken, bireyin somut birleşmelere, eşleşmelere kendini bırakabilmesi; bu yakın ilişkilerde özveride bulunabilmesi ve ödünler verebilmesi anlaşılmaktadır. Bir başka deyimle, kendi kimliğini bir başkasınınki ile birleştirirken kimliğini yitirme kaygısı yoktur. Örneğin bir sevgi ilişkisinde cinsel birleşmede, yakın arkadaş ilişkisinde, savaştaki dostluklarda bireyin kimliği bir başkası ile sanki birleşmiştir. Fakat o kişide, kendi benliğinin bir parçasını yitiriyormuş ya da kimliği tümden yok oluyormuş gibi kaygılar bulunmaz. Bulunursa o kişinin delikanlılık çağındaki kimlik bocalamasından henüz çıkmadığı, kimliğini bulamadığı anlaşılır. Kimliğin yitirileceği ya da yok olabileceği kaygısı ile kişi yakın ilişkiler kurmaktan kaçınabilir, ya da bunu başaramayabilir. buda derin bir yalnızlık duygusuna (sense of isolation) ve kendi kendine kalmaya neden olabilir. Bu evredeki tehlike yakın ilişkiler kurabilmenin karşıtı olan yalnızlık (isolation) duygusudur. Böyle bir kişi yakın ilişkiler kurmaktan kaçınabilir ya da ilişkiler kurmaya çalışırken önemli kişilik sorunları gösterebilir.

Bir sağaltım aracı olarak psikanalizin kimi kişilere göre en başta gelen amacı her zaman düzenle işleyen ve doruk-doyuma (orgasm) ulaştıran cinsel uyumu sağlayabilmektir. Nitekim, Freud'a sağlıklı insanın tanımı sorulduğunda kısa ve yalın iki sözcükle yanıt verdiği söylenir: '' Sevmek ve çalışmak '' (lieben und arbeiten). Bu iki sözcük üzerinde düşündükçe anlamı derinleşmekte, genişlemektedir. Sevmek deyince sevişmekten insanları sevmeye; yalın iş yapmaktan, çok karmaşık yapıcı-yaratıcı, üretici uğraşılara kadar geniş ilişki ve eylemlerin kapsandığı anlaşılmaktadır. Psikanaliz kuramı insanlık için iyi cinsel uyumu bir ülkü olarak ortaya atmışsa da bunun nasıl bir uyum olduğunu açıkça tanımlamıştır. Erikson, kalıcı toplumsal anlamı olabilecek eşeysel uyum (genitality) "ütopyasında" şu öğelerin bulunması gerektiğini belirtir :

1. Karşı cinsten

2. Sevilen bir eş ile

3. Karşılıklı doruk-doyuma ulaşılabilmesi

4. Karşılıklı güven duygusunun paylaşılabilmesi

5. a) İş

b) Üreme

c)Eğlence alanlarında birlikte bir düzen kurulabilmesi

6.Yeni yetişecek kuşaklara yeterli gelişme olanaklarının birlikte sağlanabilmesi

7) ÜRETKENLİK YA DA KISIRLIK ( Yetişkinlik Dönemi )

Çocukların ana-babaya bağımlılıkları üzerinde çok söz edilmiştir; yetişkinlerin çocuklara bağımlılığı ise yeterince işlenmemiştir. Olgun insan kendisine bir gereksinim duyulmasını bekler. Olgun kişinin de kendi çocuklarından, yetişmelerine katkıda bulunduğu yeni kuşaklardan desteğe, rehberliğe ve bakıma ihtiyacı vardır. Üretkenlik deyince yeni bir kuşağı oluşturmak ve ona rehberlik etmek anlaşılmaktadır. Üretkenlik kavramı üretim yapabilme (productivity) ve yaratıcılık (creativity) anlamlarını da içermektedir.

Özetle. orta yaşı kapsayan bu evrede, benliğin en önemli işlevi üretme, yaratma ve üretilen, yaratılan şeylere sevgi ile bağlanmadır. Burada üretilen, yaratılan şeyin yalnızca çocuklar olması gerekmez. Kuşkusuz bir çok kişiler için sanat, bilim alanındaki yapıtlar da üreticiliğin içinde sayılmalıdır. Bu evredeki tehlike kısırlık, verimsizlik, durağanlık (stagnation) ve benliğin yoksullaşmasıdır. Bir bakıma, orta yaş çökkünlüklerinde böyle bir durağanlık ve benliğin yoksullaşması söz konusudur. Bu tür çökkünlüklerde üretilmiş ve yetiştirilmiş olan ürünlerden, örneğin çocuklardan beklentilerin gerçekleştirilmemesi yetersizlik, yoksullaşma, durmuş olma duygusuna yol açabilir. İşte bu nedenle, bu evrede olumlu yön üretkenlik, olumsuz yön de durağanlık adını almaktadır.

8) EGO BÜTÜNLEŞİMİ YA DA UMUTSUZLUK

Yaşlılık dönemini kapsayan bu evrede, daha önceki evrede kazanılmış benlik özelliklerinin artık iyice olgunlaşması ve birbirleri ile bütünleştirilmesi benliğin en önemli görevidir. Benlik bütünlüğünün (ego integrity) kapsayıcı bir tanımını yapmak güçtür. Bu benliğin kendi içinde bir düzen ve anlamın bulunmasıdır. Bu benliğin yalnız kendisini değil, tüm insan benliğini özseverliğin ötesinde bir sevişidir. Benlik bütünlüğü, olumlu olumsuz, acı tatlı yönleri ile bir bütün yaşamın olduğu gibi kabul edişidir. Bu bir bakıma geçmişteki yaşantıların tümüyle kendisine ait olduğunun kabullenişi; geleceğin korku ve endişe ile karşılanmamasıdır. Yaşanmış olan geçmişin yeni baştan başka türlü yaşanabilmesi için pişmanlıklarla dolu bir özlem yoktur. Geleceğin ne olacağı bellidir ve benlik bütünlüğüne ulaşmış kişi sonucu kesin belli olan gelecekten, yani ölümden ürkmez. Benlik bütünlüğü duygusundan yoksun oluşun belirtisi geçmiş günlerin iyi yaşanmamış olduğu duygusu, yeni baştan yaşama özlemi ve ölüm korkusudur. Ölüm korkusunda bireyin kendine özgü tek ve bütün bir yaşamı oluşunun kabul edilemeyişi vardır. Bu çağın tehlikesi umut yitimi (despair) ve ölüm korkusudur. Umutsuzluk, vaktin artık çok az kalmış olmasına ilişkin bir duygudur. Vakit artık bitmek üzeredir, yolun sonuna gelinmiştir ve yeni baştan yaşamaya olanak yoktur. Bu nedenle de ölüm korkunç bir son demektir. Kimi yaşlılar böyle bir umutsuzluk ve ölümden korkma duygusuna kapılabilir. Ama çoğu yaşlı insan-da ölümü huzurlu bir ağırbaşlılıkla yaşamın doğal bir parçası olarak görür ve korkmaz. Bu yaşlılarda daha önceki evreler oldukça sağlıklı geçirilmiştir. Yeni baştan yaşayabilseydim tutkusu yoktur. Yaşlılığı da ona bir huzur sağlamaktadır. Ürettiklerinden hoşnuttur, huzurludur. Gençleri kıskanmaz ve horlamaz; onlara sevgi ve saygı duyar. İşte böyle bir ruhsal durumu yaşayabilen kişide benlik bütünlüğünün var olduğunu düşünebiliriz.

Yaşlılık çağındaki "benlik bütünlüğü" duygusu ile bebeklik çağındaki "güven duygusu" hem birbirine çok bağlı, hem de benzemektedir.

"yaşlılarda ölümden kokmamağa yetecek derecede benlik bütünlüğü olursa, çocuklarda yaşamdan korkmayacaklardır."



ERİKSON'UN TEMEL KAVRAMLARI

Aşamalı oluşum ilkesi (epigenetik principle)

Organ işlev-biçimi (organ mode)

Toplumsal işlev-örüntü (social modality)



Erikson'a göre "eğer her şey çocukluk dönemiyle açıklanırsa, o zaman her şey bir başkasının kusuru olarak değerlendirilir ve insanın kendi sorumluluğunu üstlenme gücüne duyulan güvende azımsanmış olur!"



İNSANIN SEKİZ EVRESİ



1) GÜVEN YADA GÜVENSİZLİK (Oral-duyum dönemi)

2) ÖZERKLİK YA DA UTANÇ VE KARARSIZLIK (Anal kas dönemi)

3) GİRİŞİM YA DA SUÇLULUK (cinsel devinsel dönem)

4) BECERİ YA DA AŞAĞILIK DUYGUSU (Gizil dönem)

5) EGO KİMLİĞİ YA DA ROL KARGAŞASI (Erinlik ve erginlik dönemi)

6) YAKIN İLİŞKİLER YA DA SOYUTLANMA (Genç Yetişkinlik Dönemi )

7) ÜRETKENLİK YA DA KISIRLIK (Yetişkinlik Dönemi)

8) EGO BÜTÜNLEŞİMİ YA DA UMUTSUZLUK
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 06-01-2006, 09:07   #7
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan Devami

1) Karşılıklı etkileşen iki organizmanın (anne-çocuk) bütünleşmesindeki temel öğeler süreklilik, tutarlılık ve aynılıktır

anne çocuk ilişkisindeki bu süreklilik, tutarlılık ve aynılık çocukta "temel güven duygusunun" özünü oluşturur

Çocuğun yeterli güven duygusu kazanamayışı ve temel güvensizlik çekirdeğinin bütün oluşudur. Böyle bir durumun örnekleri aile içinde büyüme olanağı bulamayan çocuklarda görüyoruz. Çocuğa çok iyi bakım veren, fakat bakıcılarda süreklilik ve aynılık bulunmayan çocuk yuvalarında en önemli sorun temel güven duygusunun gelişmemesi ya da yıkılmasıdır.

Ruhsal bozukluklar arasında temel güven duygusunda eksikliğin en iyi örneği çocukluk şizofrenisinde gözlemlenebilir. Temel güven duygusunun yaşam boyu zayıf oluşu yetişkin kişide şizoid yada depresif türden içe kapanmada görülebilir. Bu tür bozukluklarda sağaltımın birinci koşulu temel güven duygusunun yeniden sağlanabilmesidir.

2) Bu evrede, çocuk birbirine karşıt duygu ve eğilimler üzerinde giderek bir denge kurmayı seçim yapabilmeyi ve irade yetisini geliştirir. Özetle; özerklik duygusu bireyin yalnızca ayrımlaşmış bir varlık olduğunu algılaması değildir. Aynı zaman da karşıt dürtü ve eğilimler arasında bir seçim yapabilmesi, benlik saygısını yitirmeden, utanç ve kuşkuya kapılmadan kendi kendisini denetleyebilmesidir.

3) Çocukluğun 3-6 yaşlarında gelişen olumlu benlik öğesi girişim duygusudur. Girişim duygusu özerk ve özgür düşünmek, geleceğe yönelik erekler beslemek ve eyleme geçmek için rahatlık ve güç sağlar. Bu dönemin tehlikesi aşırı suçluluk duygusunun gelişmesidir

4) Bu dönemde çocuğun karşılaşabileceği tehlike yetersizlik ve aşağılık duygusudur

Bu dönemde bir başka önemli tehlikede çocuğun öğretilenleri olduğu gibi alması; bunların dışına çıkamaması ve sonunda öğrendiği teknolojinin kurbanı olmasıdır. Böylece çocuk benliği daralır, özerk ve girişimci benlik gelişmesi kısıtlanır.

5) Kişinin toplumsal yerini, mesleksel konumunu ve cinsel kimliğini tanımaya, yerine oturtmaya çalıştığı bir dönemdir. İşte, bu çabaya ''kimlik bunalımı'' (identity crisis) denir.

Kimlik kargaşası (identity confusion) ise bu bunalımın ağırlaşması; geçici de olsa uyumun oldukça ağır biçimde bozulmasıdır.

6) Genç yetişkinlik çağında, artık birey kendi kimliğini bir başkasının yada başkalarının kimliği ile birleştirebilmeye hazırlar.



1. Karşı cinsten

2. Sevilen bir eş ile

3. Karşılıklı doruk-doyuma ulaşılabilmesi

4.Karşılıklı güven duygusunun paylaşılabilmesi

5. a) İş

b) Üreme

c)Eğlence alanlarında birlikte bir düzen kurulabilmesi

6.Yeni yetişecek kuşaklara yeterli gelişme olanaklarının birlikte sağlanabilmesi

7) Orta yaşı kapsayan bu evrede, benliğin en önemli işlevi üretme, yaratma ve üretilen, yaratılan şeylere sevgi ile bağlanmadır


MAHLER'in GELİŞİMSEL KURAMI
(AYRIMLAŞMA-BİREYSELLEŞME KURAMI)

İnsan gelişimi ve normalden sapmaların anlaşılmasında psikonaliz, çeşitli katkılarda bulunmuştur. Çocuk analizinin gelişmesiyle birlikte, bakış açısı derinleşip, genişlemiş,katkılar giderek artmıştır. Yaşamın ilk çağlarındaki erken ruhsal gelişime ilişkin bilgiler başlıca iki kaynaktan gelmektedir. Bunlardan biri bebek ve çocuklardaki gizli ruhsal süreçlerin analitik olarak araştırılmasıdır. Diğeri ise görünen tepki ve davranış paternlerinin gözlenmesidir. Anna Freud'a göre; bunca çaba patolojinin kaynağını bulmak içindir. Çalışmalar ilerledikçe, başlangıçta fallik-oedipal döneme atfedilen patolojik süreçlerinin izini ısrarla süren araştırmacılar, daha da gerilere, ruhsal hatta fiziksel yaşamın başlangıcına kadar gitmişlerdir.

Psikanalitik düşünceye göre, bebekler doğdukları andan başlayarak kendilerini annelerinden ve çevredeki diğer insanlardan ayırt edemezler. Ana karnındaki bebeğin tam olarak neler yaşadığını bilmek olanaksızdır. Dış dünyadan gelen uyarıları, sözgelimi sesleri bir biçimde algıladığını biliyoruz. Ama kendisini, içinde yüzdüğü amnion sıvısından, göbek kordonuyla bağlı olduğu plasentadan ve plasentanın gömülü olduğu uterus duvarından ayrı bir varlık olarak algılayabileceğini düşünmek çok zordur. Doğumla birlikte bebeğin annesiyle içiçe olması sona erer. Öyle de olsa, bebeğin beyninin bu gerçeği birdenbire kavrayacak kadar gelişmiş olduğu kolayca söylenemez. Yani bebek, doğumdan sonra da bir süre kendisini annesinden ve genel olarak çevreden ayırdedemiyor olmalıdır. Bu sürenin ne kadar olduğunu tam olarak bilmek olanaksızdır. Ancak, bu konudaki çalışmalarıyla psikanalitik kurama önemli katkıları olan M. Mahler'in görüşleri burada aydınlatıcı olmaktadır.

Çocuk psikozlarını psikoanalitik çerçevede kuramsallaştıran, Mahler aynı zamanda normal çocuk gelişimi alanına önemli katkılarda bulunmuştur.Akhdar'a (1988) göre öz duygusunun (sense of self ) ortaya çıkmasında Mahler'in bedenin rolünü farketmesi , kızlarla erkek çocukların davranışlarındaki doğuştan gelen farklılıkları vurgulaması, davranış denkleminin dürtü ve nesne yanlarını birleştirmeye çalışması, egonun özerk işlevlerinin rolünü gözönünde bulundurması ve birincil nesnenin değişen işlevini vurgulaması küçümsenemez katkılardır. Goldstein'a göre; Mahler'in gelişim modeli, Kernberg'in nesne ilişkileri modelini kavramada son derece yararlıdır.

Mahler, şizofreniye benzer infantil psikoz sendromlarının ya otistik, ya da sembiyotik kökenli olduğu şeklindeki kuramını 1940'lı yıllarda geliştirmeye başladı. 1955'de ise Gosliner ile birlikte, insandaki sembiyotik kökenin evrenselliği hipotezini ortaya attı. Bu hipotez, birbiri ardına yapılan birçok çalışmanın başlangıcı oldu. Önceleri sembiyotik psikotik çocuklar ve annelerinin incelenmesiyle sınırlı olan araştırmalar giderek gereksinimler doğrultusunda genişledi ve hipotezin evrenselliğini doğrulamak üzere , normal bebekler ve annelerini kapsayan kaşılaştırmalı çalışmalar birbirini izledi. Yöntem geliştikçe ve daha sistemli psikoanalitik yönelimli gözlemler elde edildikçe, Mahler, Furer, Pine, Bergman ve başka birçok araştırmacının ortak çabaları sonucu ek bir hipotez daha ortaya çıktı. Böylece normal yada normale yakın ayrışma-bireyselleşme sürecinin dört dönemi açıklandı (Mahler ve ark.1975).

Bu gelişimsel kurama göre yeni doğanların ve küçük bebeklerin dış dünyaya göre 'ayarlanmadan' doğduğuna dikkati çekmekte ve bebeğin biyolojik doğumu ile psikolojik doğumunun birbiriyle çakışmadığını ve farklı olduğunu ileri sürmektedir (Mahler, 1974 . Psikolojik doğumu ayrı bir birey durumuna gelmek, ilkel de olsa ilk basamak düzeyinde kimliğini kazanmak olarak tanımlayan Mahler, küçük bebek ile psikotik çocuğu birbirine benzetir. Ona göre her ikisinin de psikolojik doğumları henüz gerçekleşmemiş; psikotik için ise engellemeye uğramış ve başarılamamıştır (Mahler, 1968.

M. Mahler'in dönem (faz) ve altdönemlerle (subfazlar) ile bölümlere ayırdığı "Gelişimsel kuramı", bebeğin psikolojik doğum süreci, biyolojik doğumu ve doğum sonrası normal otizm dönemini takiben yaşanan ve hayatın ilk üç yılını içine alan bireyselleşmenin, nesne ve kendilik algısının inşa edildiği, süreklilik kazandığı bir süreçtir. Bu süreçte anne ile bebek arasında ikili ilişkiler vardır. Beynin gelişimi ile birlikte tekrarlayan, çok sayıda kendilik ve nesne izlenimleri (imajları) içe alınarak, kendilik ve nesne tasarımları oluşturulur.

İnsanda psikolojik doğum süreci normalde ayrışmış , bireyselleşmiş,'' ben '' ve '' ben olmayan'ın, '' iyi'' ve '' kötü '' tasarımlarının tümüyle birlikte, bir bütün olarak görebilen,yaşayabilen bir birey olma düzeyine erişilerek tamamlanmaktadır.



Mahler ve arkadaşları normal gelişimin basamaklarını şöyle sıralamışlardır :

Normal Otizm Dönemi
Normal Sembiyozis Dönemi
Ayrışma-Bireyselleşme Dönemi
Farklılaşma altdönemi (Diferansiyasyon subfazı)
Uygulama altdönemi (Practis subfazı)
Erken uygulama altdönemi
Esas uygulama altdönemi
C. Yeniden Yaklaşma Altdönemi

Yeniden yaklaşmanın başlangıcı
Yeniden yaklaşma krizi
Yaklaşmanın bireysel çözümler
D. Emosyonel Nesne Kalıcılığı ve Bireyselleşmenin Pekişme Altdönemi

Mahler'in gelişimsel kuramını anlamada,bazı terimlerin tanımlarının yapılmasında yarar vardır.

Self (Kendilik, kendi): Dış dünyada varolan diğer nesnelerden ayrı olarak yaşanan ve algılanan fiziksel ve ruhsal bütün bir bireyi kapsar.
Object (Nesne): Kendiliğin dışında kalan, yaşanıp algılanan herşey, ötekiler.
Ego ( Ben ) : Selfin içindeki ruhsal aygıtın en organize olmuş bölümüdür.
Self İmage (Kendilik imaj): Herhangi bir anda bir kişinin egosunun algılamayı, düşünmeyi, duyumları ve diğer işlevleri kullanarak kendisi (hem vücudu, hem aklı) hakkında oluşturduğu bir yapıdır.
Object image (Nesne imajı): Belli bir durum ve anda, kendiliğin nesneyle olan ilişkisinde, bu özel ilişkiye bağlı olarak nesne hakkında egoda meydana gelen duyumlar, düşünceler ve duyguların algılanması ile oluşan ruhsal bir yapıdır.
Self reprezantasyonu (Kendilik tasarımı): Değişik durumlardaki self imajlarının biraraya gelmesiyle oluşan self hakkındaki daha tümleşmiş, özde pek değişmeyen ve sürekli kalan bir yapıdır.
Obje reprezantasyonu (Nesne tasarımı): Değişik durumlardaki nesne imajlarının biraraya gelmesi ile egoda oluşan daha bütünleşmiş, özde pek değişmeyen ve sürekli kalan bir yapıdır.



I. NORMAL OTİZM DÖNEMİ

Yaşamın ilk bir ayıdır. Bu dönemin temel işlevi, doğum sonrası koşullarda organizmanın homeostatik dengesini sağlamaktadır. Açlık sancılarına karşı uyanma dışında, zamanlarının çoğunu uykuda geçirirler. Ağlama gibi affektif ve motor boşalım örüntüleri ,annenin gereksinimlerini karşılamasını sağlayan sinyaller olup bilinçsiz olarak anneye ulaşır. Yeni doğan, iç ve dış dünyanın veya annenin farkında değildir. Bu dönemde bebeğin dünyası nesnesizdir, organize kendilik imajı ve nesne imajı gelişmemiş olup "primer farklılaşmamış dönem" adını da alır.

Bebekteki algılama, "koenestetik düzeydedir". Yani duyumları ve deneyimleri visseraldir-otonom sinir yoluyladır. Anne ile ilişkisi de deri, ısı ve ritm gibi koenestetik algılama düzeyinde kurulur. Uyaranlara verilen cevaplar ise içgüdüsel ve globaldir. Ayrıca bebek ilkel varsanısal şaşkınlık (primer hallusinatuvar desoryantasyon) düzeyindedir.Kendi hoşnutluk ve gerginliklerinin azalması sonucu kendilerini gördükleri zannedilmektedir. Yani bir anlamda anne, nesneler ve dış dünya bebeğin bir uzantısı ve parçasıdır. Bu yüzden otizm dönemine ''Mutlak Primer Narsizm Dönemi'' denir.

Bu kurama göre bebeği dış uyaranlardan koruyan doğuştan bir "koruyucu bariyer" vardır. Bunun sayesinde anneden gereksinimini karşılayan bebek tekrar uykuya dalar. Diğer taraftan annenin bakım ve ilgisi yeni doğanı iç ve kuvvetli dış uyaranların seli altında kalmaktan korur. Gereksinimlerin doyumu, bebeğin "koşulsuz omnipotan otistik yörüngesi'' nden gelmektedir (Mahler ve ark. ,1975). Eğer bu dönemde annenin yeterli desteği olmazsa, yaşamın ileriki dönemlerinde görülen panik tepkilerine eşdeğer ve bütün organizmayı saran tedirginlik durumları oluşabilir.

Anne bir yandan yeni doğanı iç uyaranların seli altında kalmaktan ve örselenmekten korurken, bir yandan da bedensel algıların yavaş yavaş dışarıya yönelmesine yardımcı olur. Böylece çocuğun dış dünyayı giderek daha çok farketmesi sağlanır (Mahler ve McDevitt, 1989). Nesnenin ilkel kabülü, zevk veren libidinal yaşantılar nesneyle ilişkiden doğan görsel, işitsel ve kinestezik reprezantasyonlar erken primer self-obje çekirdeklerinin ayrı ayrı kristalleşmediği bu dönemi bazı analistler "Primer Farklılaşmamış Self Obje" ve "Farklılaşmamış Füzyonel Durum'' olarak tanımlarlar.

Normal otizm fazında ilkel ve henüz idden ayrılmamış ego, sadece hoşnutluk-hoşnutsuzluk yaşantılarını ayırt edilebilmektedir. Anneyle ilişkiler sürdükçe bir yandan ego ayrışıp gelişmeye, diğer yandan hoşnutluk-hoşnutsuzluk yaşantılarının "Anı Adaları " oluşmaya başlar.

Bu dönemde nesneler bir yüze değil, bir fonksiyona sahiptirler.Tekrarlanan ilişkiler çocuğun yaşantısında nesnelerin ilkel bir kabulüne izin verir ki, bu self-obje yapılaşmasının da ilk önemli basamağını oluşturur. Mahler bu dönemde annelik rolü gibi harici fenomenlerin ,çocuğun yaşantılarında ,zaman içinde "haz verici" , "iyi" olanla "acı verici" , "kötü" olanı ayırt etmesinde yardımcı olduğunu ileri sürer. Bu ayrımlaşma daha sonraki bölünme (splitting) düzeneğinin çekirdeğini oluşturacaktır (Mahler ve McDevitt 1989) .

Sembiyotik döneme giriş ve devamında tüm bedenin temas algısal yaşantıları, bilhassa annenin kucaklamasında,tutmasında olan basınç gibi beden yüzeyinin derin duyusu önemli bir rol oynar. Aynı zamanda bu, bebeğin dış uyarılara karşı bütünüyle kapalı olmadığının bir göstergesidir. Mahler bu süreci libidinal kateksisin ilk kayması (the first shift of libidinal cathexis) olarak adlandırır ve sembiyotik döneme geçişi belirleyen bu değişimi , bir bakıma "kabuğun kırılması" olarak niteler (Mahler 1968).Her ne kadar otistik dönem ,dış duyuranlara ilgi yatırımın göreceli yokluğu ile dikkati çekmekte ise de ,bu dış uyaranlara hiç yanıt vermemesi anlamına gelmez. Zaten normal otistik dönem ile daha sonraki dönemler arasındaki geçişi sağlayan da bu bir belirip bir kaybolan yanıt vermelerdir (Mahler ve ark., 1975).

Otizm dönemi fiksasyonlarında sembiyotik dönem davranışlarının gelişmediği gözlenir.Genelde ağır yapısal defektler mevcut olup, erken infantil otizm ortaya çıkar.

II.NORMAL SEMBİYOZİS DÖNEMİ

Bu dönem ikinci aydan, beşinci aya kadar sürer. 3.'ncü ve 4. 'ncü haftalardan itibaren bebeği dış dünyanın etkilerinden koruyan bariyer , etkinliğini yavaş yavaş yitirir. Artık bunun yerini '' anne - bebek membranı ''almaktadır. Dış uyaranlara gittikçe artan bir duyarlılık başlar. "Ben" ile "ben olmayan" ayrışmamıştır. "İçerisi" ile "dışarısı"nın farklı olduğu sezilmeye başlanmış, tam netleşmemiştir. Bebeğin uyanık kalma süresi uzayınca, annenin bebeğe olan ilgisinde artma olur. Annenin çabası ile bebeğin kendi gerilim azaltıcı gayretleri, homeostazisi sağlama ve sürdürme yönündedir.

Rahatlamanın, uyumun anneye bağlı olduğu yavaş yavaş ayırt eden bebek, anneye bilinçsiz gülme cevabı (''nonspesifik sosyal gülme cevabı'') verir. Çünkü yüzünü tam olarak netleştiremediği anne, ona doyumu sağlamaktadır. Artık ihtiyaç-hoşnut olma nesne ilişkisi duygusal olarak başlamıştır. Zaman zaman ilgisini başka tarafa çevirse de yine bebeğin dünyasında anne ve onunla ilgili şeyler daha önemlidir.

Normal sembiyotik dönemin en önemli özelliği ,filogenetik olarak insan yavrusunun anne ile ikili birim (dual unity) içinde duygusal bir bağ oluşturma yetisidir (Mahler ve McDevitt, 1989). Daha sonraki tüm insan ilişkilerine zemin hazırlayan da bu yetidir.

Doyurucu bir anne bebek ilişkisi daha sonra gelen ayrışma-bireyselleşme döneminde anneden başarıyla ayrılabilmenin ön koşuludur. Optimal sembiyoz, bireyselleşme adımlarının atılması ve dengeli bir "kimlik duygusu"nun kazanabilmesi için son derece önemlidir (Mahler ve McDevitt, 1989).

Sembiyozis döneminin temel psikolojik başarısı annenin katekte edilmesidir. Anne, en çok katekte edilen (libidonun yatırıldığı) nesnedir. Bunun sonucunda primer narsizm zayıflayıp yerini sekonder narsizme bırakır. Bebeğin annesi ve bebeğin kendi vücudu da ikincil narsizmin nesnesi olur.

Bu dönemde anne ve bebek ile yaşanan ilişki, ilişkinin niteliğiyle insanda varolan dört temel çatışmanın çekirdekleri oluşmaya başlar. Bunlar;

Bağımlılığa karşı bağımsızlık
Pasiviteye karşı aktivite
Yetersiz kendilik algısına karşı yeterlik kendilik algısı ,
Çözümlenmemiş hüzün.
Bu dönemdeki fiksasyonlar ,yetişkin insanlarda bir takım psikiyatrik bozukluklar şeklinde görülebilir. Pek çok borderline kişilik bozukluklu hasta, ayrışmamış self-obje tasarımı nedeniyle stresler karşısında bu döneme regrese olarak geçici psikotik durumlar yaşayabilirler.Bu dönemdeki fiksasyon ve durmalar dönemin süresini uzatarak sembiyotik psikoz denilen çocukluk çağı psikozlarının da gelişimine yol açarlar.

III. AYRIŞMA-BİREYSELLEŞME DÖNEMİ

(Seperatıon and Indıvıduatıon Phase)

Mahler ve arkadaşları 5. aydan başlayan ve üç yaşın sonuna kadar süren bu dönemde "ben" ve "ben olmayanın" yapılaşmasını, ayrışmasını ve farklılaşmasını formüle etmektedir. Üçüncü yaşın sonuna doğru bu yapıların kademeli olarak tamamlanması ve sağlamlaştırılması, değişmez hale gelmesi sağlanır. Bu süreçte iki ana gelişimsel yol bulunmaktadır :

Intrapsişik otonominin, algılamanın ,belleğin ve gerçeği değerlendirmenin evrimi olan bireyselleşme.
Farklılaşma,uzaklaşma ve mesafe koyma, sınır oluşumu anneyle bağların çözülmesini içeren ayrılma.
Bu dönem kendi içinde 4 altdönemi içermektedir.

A) FARKLILAŞMA ALTDÖNEMİ (Differantiation subphase) (5-8 .nci aylar )

Bebek 5.'nci aya geldiğinde daha önce bilinçsiz gülme cevabı giderek anneye özgül gülme cevabına dönüşür. Bu nesne ile kendi arasında ilk ayırt edişi yaptığını gösterir.Yani bebek annenin kendinden farklı biri olduğunu sezgilemeye başlamıştır.Bebek sembiyotik birliktelikten , sembiyotik yörüngeden kurtulmaya başlamıştır. "Hatching" terimi ile tarif edilen bu dönem, sembiyotik kabuğun yırtılıp parçalanmasının davranışsal belirtisidir. Bebek uyanıkken daha açık bir bilince ve dış dünyaya daha güvenli, daha sürekli bir yatırıma sahiptir. Bu fenomenin, en önemli davranışsal görünümlerinden biri yakın ve uzak çevrenin algı yolu ile taranmasıdır. Manuel, taktil ve görsel olarak annenin yüzünü ,bedenini araştırmaya, annenin kulağını, burnunu çekmeye başladığı ve vücudunu kasarak ,gererek anne bedeninden ayırmaya çalıştığı kucağında kaymaya çabaladığı gözlenir ki, bunlar somatopsişik diferansiyasyonun belirtileridir.

Yedi ile sekizinci aylar gibi ilerleyen aylarda kendisini anneden uzağa itme, ayaklarının dibinde oynamak üzere annenin kucağından kayarak yere inme gibi davranışlarla fizik ayrılma denemeleri gözlenir. Bu davranışlar,hem kendi başına birşeyler yapabilme ve hem de anneden ayrılabilmenin zevkini yaşamasıdır. Artık bebek anneye tam bir bağımlılık içinde değildir. Kendi bedenini kullanarak aktif olarak haz alır, ayrıca haz ve uyarılma için aktif olarak dış dünyaya yönelir (Mahler ve McDevitt , 1989 ).

Başka kimseleri fark etmeye başlayınca,onları annenin yüzüyle karşılaştırmaya başlar.Zaman zaman onları inceleyerek ,zaman zaman onlara dokunarak algılama çabaları bu nedenledir. Bu aynı zamanda bilişsel ve duygusal gelişimin birbiriyle ilişki kurma, bütünleşme yetisinin de gelişimi açısından önem kazanır.

Annenin başkalarından ayrı bir birey olduğunu farkettiği zaman yabancılardan tedirgin olur ve tepki gösterir. Mahler, yabancı anksiyetesini emosyonel nesne devamlılığa doğru gelişimin ilk basamağı olarak görmektedir. Yabancının yüzünü hem annesinin yüzüyle, hem de kendi içindeki anneye ait imge ile karşılaştırır. Bu karşılaştırma ve anneye bakarak kontrol etme, ayrılma-bireyselleşme bakımından bu dönemdeki normal bilişsel ve duygusal gelişimin en önemli örüntüsü gibi görünmektedir.

Sembiyotik dönemde infantın gelişimi annesinden pasif olarak aldığı bakıma bağlı iken ,bebek emekleme gibi motor hareketlerin başlamasıyla annesinden "iyi annelik, yeterli annelik" elde etmeye aktif olarak çabalar. Anneden daha iyi şeyler almak için çabalar,onun ilgisini çekecek hareketlerinde artma olur. Etrafındakilerin bu hareketlerinden etkilendiğini hisseder, etrafı daha fazla anlama çabalarına girişir.

Annenin rahatlatıcı,uyarıcı ve hoşnutluk verici yanlarını kendine göre özümseyen bebek, annenin yerini tutabilecek nesneler ile annenin bu işlevlerini görmeye başlar. Böylece "geçiş nesneleri" ve "geçiş durumları" ortaya çıkar. Biberon,tüylü eşyalar, yüze dokunur gibi ritmik hareketler geçiş nesne durumlarına birer örnektir.Bunlar libidonun geçiş nesnelerine yer değiştirdiğini gösterir. Geçiş nesneleri hem sembiyotik yutulmaya karşı savunma, hem de bireyselleşme ve adaptasyonu kolaylaştırıcı olarak hizmet ederler.

Yetersiz sembiyotik destek gören bebekler, sanki telafi edercesine sembiyotik dönemi uzatırlar ve gecikmiş olarak "hatching"e girerler. Bazen anneyle yoğun, fakat olmayan bir sembiyotik ilişki nedeniyle bu durumdan bir an önce kurtulmak için erkenden "hatching"e girerler. Annede ambivalans, parazitizm, müdahalecilik ve buna benzer aşırı tutumlar varsa, bebek diferansiyasyona geçişte bozulmalar gösterir. Sembiyotik dönemde anne ile iyi ve sağlam bir ilişkisi olan bebekler, çoğunlukla yabancıları izlemekten hoşlanırlar. Acı verici ve yetersiz bir sembiyotik dönem geçirmiş çocuklar ise yabancılardan rahatsız olurlar. Aşırı müdahaleci annelerin bebekleri yabancıları da tercih edebilirler (Mahler ve McDevitt, 1989).

Differansiyasyon ve daha sonraki dönemlerde anneden kısa ayrılık durumlarında çocukta karakteristik bir cevap olarak "narsistik regresif fenomen" görülebilir. Anneden kısa ayrılıklarda çocuk kendi içine çekilir, bebekte anne ile olan önceki birlik beraberlik imajları zihinde yoğunlaştırılır. Çevredeki canlı cansız nesnelere ilgi azalır, kognitif işlevlerde bir azalma ile emosyonel denge korunmaya çalışılır ve bebeğin sembiyotik döneme uyan yarı uykuluğu gözlenir.

Bu dönemdeki fiksasyon ve durmalarda erken ayrışma ,hızlanmış ego gelişimi, "mothering of self ", normal agresyon korkusu, negatif introject- internalizasyonu gibi patolojik durumlar gelişebilir. Yetişkin "borderline" bozukluklu hastalarda şizoid ve bazı primer affektif bozukluğu olan hastalarda, bu döneme ait fiksasyonlar vardır. Narsistik regresyon ve buna karşı geliştirilen tepkiler, megalomani, yeniden sembiyotik birleşmeye duyulan korkular, kendilik ve nesne tasarımlarının halen kısmen de olsa kaynaşık durumda olmasındandır.

B) UYGULAMA ALTDÖNEMİ (Practicing subphase) (8-15.'nci aylar)

Mahler ve arkadaşları bu dönemde, bebeğin anneden farklı biri olduğunu göstermek için nasıl davranması gerektiğini araştırdığı bir dönemdir. Erken uygulama, esas uygulama altdönemi olmak üzere ikiye ayrılır. Bebeğin ayrışma ve bireyselleşmesinin olabilmesi açısından ilk adımların atılması için birbiri ile ilgili en az aşağıda sıralanan şu gelişimlerin olması gereklidir.

A) Bedenin ayrımlaşması, özellikle sınır duygusunun oluşumu,

B) Anne ile özel duygusal bağın kurulması,

C) Anne ile yakınlık içinde otonom ego fonksiyonunun gelişmesi ve işlemesi.

i. Erken Uygulama Altdönemi

Bebek 8.nci aydan itibaren emekleme, taytay durma, tırmanma, tutunarak yürümeye çalışma gibi anneden fiziksel olarak uzaklaşabilme yeteneğinin ilk belirtileri gözlenir. Çevresindeki canlı ve cansız nesnelere ilgisi artar. O ana kadar annesinin kendisine verdikleriyle ilgilenen bebek, kendi hareketleriyle bunları keşfetmiş olmaktan zevk aldığını hisseder. Önüne çıkan herşeye bitmez tükenmez bir araştırma ve inceleme başlamıştır. Annenin nerede olduğuna aldırış etmeden, emekleyerek onu bırakıp dış dünyaya doğru uzaklaşmaktadır. Sanki, annenin kendisine ait bir parça olmadığının tam olarak farında değildir. Düştüğünde, canı yandığında, annenin onu korumak üzere, kendiliğinden orada bulunmadığını farkederek şaşkınlıkla etrafına bakar. Çünkü ,anne halen bebeğin dünyasının merkezidir. Annenin devamlı sabit bir yerde kalmasına ihtiyacı vardır. Bu nedenle zaman zaman annenin yanına döner (emotıonal refuelling), sonra tekrar anneden uzaklaşır.

Bebek anneyi bulunduğu ortamda sürekli görmek istemesi sonucu, bebekle anne arasında görsel bir bağlantı kurulmuş olur. Anne arandığı, istendiği anda bebeğin yanında yoksa, bebekte sıkıntı ve huzursuzluk gözlenir. Çünkü bebek için, arandığı anda anneyi görememek anneyi kaybetmekle eş anlamlıdır. Bunun asıl nedeni, bebekte annenin yok olduğu zamanda onu hissedebilme duygusunun (nesne kalıcılığı) henüz gelişmemiş olmasındandır. Tüm bu hareketlerin, yaşananların sonunda da bebek kimlik gelişimi açısından büyük önem taşıyan beden sınırlarının gelişmesi, beden parçalarının ve beden özünün (body self) daha çok farkına varması tamamlanır.

ii. Esas Uygulama Altdönemi (12-15' nci aylar)

Bebek l2.nci aydan itibaren ayağa kalkar ve yürümeye başlar. Artık bağımsız insan dünyasına girme eğitimini tamamlamıştır. Yürüme insan bireyselleşmesinde çok büyük ve önemli bir aşamadır. Bebek istediği yere gider, istediği şeylerle ilgilenir, masanın, oyuncakların ya da kişilerin etrafında dolaşır. Böyle canlı ve cansız varlıkları çeşitli yönlerden inceleyebilme fırsatını bulmuştur. Artık dünya ile aşk (''Love affair with the world'') başlamıştır.İnceleme yaptıkça ,bu hareketleri kendi bedenini kullanarak yapabildiğini farkeder. Önce şaşırır, sonra kendi bedenine yaptığı hareketlere ilgisini çevirir. Baktıkça, dokundukça, kullandıkça, elleriyle oynadıkça, el ve ayak parmaklarını emdikçe, bedeninin, beden sınırlarının ve beden işlevlerinin giderek daha çok farkına varır. Beden ve beden işlevlerine yapılan libidinal yatırımlar , hızla büyüyüp gelişen otonom ego fonksiyonlarına geçiş yapar. Artık, bedenin içindeki duyuların algısı birbiriyle bütünleşir. Bu bütünleştirme ,özellikle çocuk,anne ve babanın isimlerini,kendi ismini ve göz,kulak,ağız gibi beden kısımlarının isimlerini öğrendiğinde gerçekleşir. Çocuğun ilgisi kendi yeteneklerine, yapabildiklerine ve gittikçe genişleyen, büyüyen dünyası ile sarhoş olmuş görünür. Diğer bir deyimle , 'narsizm' doruk noktasındadır (Mahler ve McDevitt,1989). Narsizm nedeniyle düşme, çarpma ve engellemelere nispi bir aldırmazlık gösterir. Ayrıca yerine tanıdık bir yetişkini de kolayca kabul eder. Çocuktaki coşku hali yalnızca ego aygıtının kullanılmasına bağlı değildir. Aynı zamanda anne ile yeniden sembiyotik bütünleşmeden ve onun tarafından yutulma eğiliminden de kurtulmuştur. Çocuk alıştırma yaparken, sevgi nesnelerini taklit eder ve onlarla özdeşleşir. Bu özdeşimler çocuğun gelişmekte olan kimlik ve bireyliğini şekillendirir. Yavaş yavaş kendi duygularıyla, yeni yeni farkına varmaya başladığı başkalarının duygularını eşleştirir ve diğer insanları kendi zevkini paylaşmaya, hatta ona katılmaya davet eder (Mahler ve McDevitt, 1989). Bebek dış dünyadaki ilişkileri anlamaya çalışıp yaşarken, büyük enerji de harcar. Zaman zaman harcadığı enerji ile yorulur. İlgi ve araştırıcılığında düşme gözlenir. Böyle durumlarda da bebek kısa bir süre için de olsa anneye döner. Burada bebeğin amacı anneye duyduğu duygusal ihtiyacı gidermektir. Uygulama altdöneminin doğası , yalnızca iç etkenlere değil, annenin tutumuna da bağlıdır. Bazı anneler uygulama yapmayı, bağımsızlığı ve özerk olmayı teşvik eder. Bu faktör , bebeğin gelişen kendilik saygısı (self-esteem) ve kendi özerkliğinden (self-otonomisinden) zevk almasına ve büyüsel güçlülük (majik omnipotans) duygularını bırakmasında -değiştirmesinde, bebeğe cesaret verir. Bazı anneler ise engelleyicidirler. Bunlar yakın sembiyotik ilişkiyi sürdürmeyi yeğlerler, ya da çocuğun kapasitesinin üstünde olanı yapmaya zorlarlar. Eğer koşullar elverişli ise, yeni duygusal yaşantılar tadına doyulmaz deneyimler haline gelir ve çoğunun ilerlemesini sağlarlar. Bu dönemde bir dış nesne, dış gerçek olarak yapılaştırılır. Benzer şekilde kendinin de otonom bir varlık olduğunun farkına varılarak, ben ile ben olmayan ayırt edilmiş olur. Bu dönemde saplanma ve durmalarda, aşırı agresyon veya pasivite, patolojik grandiöz self gelişimi olabilir. Yetişkin borderline hastalar için bu döneme ait fiksasyonlar vardır. Narsistik kişilik bozukluklarında görülen, yetişkin grandiöz selfi'nin analoğu, bu dönemde yaşanan 'bebeğin omnipotensi' ile eşit değerde tutulabilir. Grandiöz self kişiyi; nesne kaybı, utanma veya küçümsenme gibi organize olmayan tehlikelere karşı korur. Bu dönemin grandiözitesi primer affektif bozukluklu hastalarda da sıklıkla görülebilir.

C) YAKINLAŞMA VEYA YENİDEN YAKLAŞMA ALTDÖNEMİ

(Rapprochment subphase) (15 - 24.ncü aylar)

''Kabuğundan çıkma '' diye adlandırılan sürecin bu son döneminde çocuk, anneden ayrı bir birey olma durumuna erişmiştir. Bu da çocuk için kimlik oluşumunun ilk basamağıdır. Mahler ve ark.(1975), bu altdönemi üç bölümde incelemişlerdir :

i. Başlangıç altdönemi;

ii. Yakınlaşma krizi altdönemi;

iii. Krizin bireysel çözümleri;

i.Yakınlaşmanın Başlangıç Altdönemi

Bebek 15.nci ayda artık rahatça yürümekte ,istediği gibi hareket edebilmektedir. Çocuğun anneye yaklaşımı artık ''nasıl olsa var ''şeklinde olmaktan çıkmıştır. İki ayak üstünde serbest hareket edebilmesi ve sembollerle düşünebilmenin başlaması nedeniyle, çocuk kendi ayrılığını iyice fark etmektedir. Aynı zamanda devamlı genişleyen ve karmaşıklaşan iç ve dış dünya gerçekleriyle başa çıkmak zorundadır. Göreceli olarak annenin varlığını unutmuşçasına davranan ve kendini tüm dünyanın hakimi gören bebek,yeniden anneye aktif olarak yaklaşır. Amacı bu mücadelede anneden destek almaktır. Anneye olan ihtiyacını nasıl ifade edebileceği ,anneye istediği zaman nasıl ulaşabileceği denemelerine girişir. Bu nedenle yeni kazandığı becerileri ve deneyimleri anneyle paylaşma isteği , sevgi gereksinimi ve annenin nerede olduğu ile sürekli ilgilenir. Hareketlilik ve çevreyi araştırma ile uğraş ve bunun getirdiği coşku azalmıştır. Çocuk daha önce az çok kayıtsız kaldığı vurup çarpmalara , düşmelere duyarlı hale gelmiştir. Hatta arada sırada bir ayrılığın birdenbire farkına varması bile moralinin bozulması için yeterlidir. Bunun nedeni de nesne kalıcılığının henüz gelişmemiş olmasındandır. Bu arada çevredeki kişileri fark ederek , onların anneden farklı kişiler olduğunu anlar. Bunu onlara dokunarak başarır. Bundan da büyük zevk alır. Böylece bebek, bağımsız hareket edebilme ve bağımsız dünyasını pratik etme ve araştırma döneminden ''sosyal etkileşim '' dönemine geçiş yapmıştır (McDevitt ve Mahler, 1989 ).

16. ve 17. aylara gelindiğinde, bebek anneden biraz daha uzun süre ayrı kalmak ister. Bunu da etrafındaki diğer kişilerle ilgilenerek, onların yanlarına giderek yapar. Bebeğin amacı, hem bağımsızlık özlemini giderebilmek, hem de annenin yokluğuna dayanabilmek için, anne olamadığı zaman neler yapabileceğini öğrenme çabalarıdır. Bunun için de daha aktif yollara baş vurur. (Erişkinlerle ilişki kurma, saklambaç gibi sembolik özellikte oyunlar oynaması vb...)

Sevgi nesnelerinin kendinden ayrı ve farklı kişiler olduğunu fark ettiğinde, sıkıntı ve korku yaşar. Çünkü, bu ana kadar birçok şeyin kendi parçası olduğunu sanan, kendine, vücuduna ve yaptıklarına hayranlık duyan bebek, yalnızlığını fark eder. Bu bebeğin hem kendine olan sevgi ve özgüvenin azalması, hem de kendi büyüsel ve omnipotan güçlerine olan inancın çökmesine neden olur.

Bu sırada, anal dönemin özellikleri yaşanmaya başlanmıştır. Bebek şimdiye kadar rastlamadığı engellemelerle karşılaşır. Daha önce yaptıklarına bir şey söylemeyen ya da ihtiyacında yanında olan anneden 'hayır ', 'yapma' gibi kelimeler duymaktadır. O zamana kadar anneyle aynı şeyleri paylaştığını sanan çocuğun karşısına yeni bir engel çıkmıştır.Bebek böyle bir engel beklemediği için şaşırır. Bebeğin hem seven anneye ihtiyacı vardır, hem de engellendiği için ona kızgınlık hissetmektedir. Bu ikili duygu ''preoedipal ambivalans''ı ortaya çıkarır. Bu sırada çocuk cinsel farklılığını da hissetmeye başlamıştır.

ii.Yakınlaşma krizi altdönemi; (18-24.ncü aylar)

Bu dönemde iki uçlu eğilim (ambitendensi) vardır. Anneye sarılmaya, sonra itmeye başlar. Bu hareketleri bazen çok hızlı ve aynı anda tekrar yapar. Bebeğin anneye olan ihtiyacı ve ondan kopmak istememesi nedeniyle anneye sarılır, fakat anne tarafından engellendiği için, duyduğu kızgınlıkla geri çekilir. Anneyi 'iyi' mi, 'kötü' mü diye anlamaya, algılamaya çalışmaktadır. Bu durum bebekte sıkıntı oluşturur. Çünkü anneyi ve onun sevgisini kaybetmekten korkmaktadır. Bu da bebekte iki duygululuk (ambivalans) ve ayrılık anksiyetesinin artmasına neden olur. Annenin yanında kalma isteğine karşı ondan uzaklaşma zorlantısı ve anneyi memnun etme arzusuna karşı ona yönelmiş öfke arasında kalır. Bu öfke bir yandan anal dönemin özellikleri olan kıskançlık ve sahip olma isteği, bir yandan da özellikle kız çocuklarda anatomik cinsel farklılıklara tepki nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Zaman zaman bu, anneye karşı belirgin ambivalans ve hostilite olarak gözlenir. Bu durum çocuğun anneye bir yapışan, bir kaçıp giden tutumuyla belirli bir krize yol açar (McDevitt ve Mahler , 1989 ). Bu iki uçlu duygulanım, anne ve bebek arasındaki ilişkide normal ölçülerde yaşandığında, iyi ve kötü nesnelerin ayrılmasını (splitting'ini) kolaylaştırır. Bu davranışlar aşırıya kaçtığında, birer tehlike işaretidir. Bebekle anne arasındaki bu ilişki normal yaşanabilirse, egonun bütünleştirici gelişmesinde de olumlu etkisi olacaktır. Bu erken gelişim dönemleri de, üç ana korku bir araya toplanmıştır: Nesnenin kaybedilmesi korkusu, nesnenin sevgisinin kaybedilmesi korkusu ve kastrasyon korkusu . .Bu korkuların olumlu atlatılabilmesi için annenin bu dönemdeki bebeğe karşı tutumu çok önemlidir. Annenin geri çekilmemesi, çocuğun ambivalansına sert tepki göstermemesi, duygusal olarak ulaşılabilir ve davranışlarında tutarlılığı ile aynı zamanda çocuğun bağımsızlık yönünde hafifçe zorlaması , özellikle önemlidir. Böylece çocuğun kendine olan aşırı sevgisi ve büyüsel güçlerine olan gerçek dışı inancının yerine , yeni gelişen bireysel özerkliğine olan inancı alır. Annenin de yardımıyla çocuğun düşünce süreci ve gerçeği değerlendirme yetisi yavaş yavaş gelişir, duygusal olarak nesne sürekliliğinin sağlanması yoluna girilmiş olur. Bunların gerçekleşebilmesi için yeniden yaklaşma krizinin çözülmüş olması gereklidir. Mahler ve arkadaşları (1975), yakınlaşma krizinin özel önemi olduğunu belirtirler. Bu krizin çözülmesi ya da çözülememesi yaşamın daha sonraki dönemleri için birçok bakımdan belirleyici olmaktadır. Bunlardan birisi, nesne sürekliliği konusudur.

Nesne sürekliliğinin kazanılması için birkaç koşul vardır:

1. Annenin tasarımına birincil olarak olumlu bir bağlanmanın yanı sıra yeniden yaklaşma krizine özgü çatışmaların azalması.

2. Anne tasarımının ''iyi'' ve ''kötü'' yönlerinin tek bir simge halinde birleşmesi;böylece ambivalansa ve regresyona eğilimin azalması

3. Anne imajının intrapsişik olarak çocuk için ulaşılabilir hale gelmesi. Bu ulaşılabilirlik duygusal beslenme, rahatlık ve sevgi gereksiniminin karşılanması için doğrudan annenin ulaşılabilirliğine eşdeğer bir önem taşır. Yani annenin kendisi, libidinal olarak ulaşılabilir durumda olmasa da, çocuk intrapsişik olarak anne imajına ulaşabilmekte ve bu gereksinimlerini karşılayabilmektedir. Annenin sevgisine ilişkin anılar çocuğa yardım etmektedir. Düş kırıklığı ve öfke yumuşamış ve daha iyi tolere edilir hale gelmiştir. Bu duygular artık annenin sevgi davranışlarına ilişkin anılarla giderilebilmektedir.

Yaklaşma alt döneminde annenin duygusal ulaşılabilirliği kadar önemli bir başka etken de baba ile ilişkidir. Bu dönemde daha çocuk geniş özerklik kazanma arzusu içinde olduğundan, bu arzu anne ve diğerlerine karşı negativist tutum ile anlatım bulur. Aynı arzu anne-çocuk dünyasının genişlemesine katkıda bulunur. Birincil olarak bu dünya babayı da içerir. Baba çok erken dönemlerden beri bir sevgi nesnesi olarak, anneden tamamen farklı bir kategoride yer alır. Her ne kadar sembiyotik birimin tamamen dışında olmasa da, hiç bir zaman tam parçası değildir. Buna ek olarak, bebek çok erken dönemlerde bile babanın anne ile özel ilişkisini algılar. Bu algı ayrışma-bireyselleşme dönemi ve daha geç preoedipal dönem için önemlidir (Mahler ve ark., 1975 ). Ayrıca çocuk için baba, daha çok gerçekler ve başarılı özerk işlev görme ile ilişkilidir. Oysa anne bir kısıtlama ve engelleme ya da bir rahatlama kaynağı olarak işlev görmektedir. Bu da çocuğun girişim duygusunun gelişmesi için bir tehdit demektir. Çocuğun ambivalansı ve regresif eğilimleri özellikle anne ile ilişkilidir. Baba ise güçlü, anneden ayrı ve yardım eden bir yandaş gibi algılanır. Baba, anne-çocuk ilişkisindeki ambivalansı yumuşatır ve özerk gelişimi teşvik ederek, çocuğun regresif eğilimlerine karşı savaşmasını sağlar. Ayrıca önemli bir kişi olarak, özdeşim için kendini sunar. McDevitt ve Mahler'e (1989) göre, anne ile olan ambivalan bağın çözülmesi ve birey olmanın başarılması için, baba ile doyurucu bir ilişki çok büyük önem taşır.

Bu dönemde çocuğun karşısına çıkabilecek bazı olası engeller vardır. Bunlar:

1.Sevgi nesnesinin düş kırıklığına uğratıcı ve ulaşılmaz ya da aşırı derecede tutarsız ve müdahaleci olması.

2. Omnipotans duygusunu birden söndürecek , çok ani ve acı verici şekilde yaşanan çaresizlik.

3.Aşırı derecede, birikici veya ani nitelikte örselenmeler.

4.Kastrasyon tepkisinin narsistik yaralanmasını olağandışı boyutlarda yaşama.

Yaklaşma krizi yoğun ambivalansa ve nesne dünyasının 'iyi' ve 'kötü' olarak bölünmesine yol açabilir. Ayrıca anne, çocuk ve baba arasında yaşanan ilişkiler olumsuz olursa, bu dönemle ilgili saplanmalar olur. İleride gelişmesi beklenen Oedipus karmaşası ve çözümüne engel olabilir ( McDevitt ve Mahler , 1989). Hatta yaşamın daha sonraki dönemlerinde kişilikle ilgili psikopatolojilere neden olur. Bu çatışmalarla mücadele edebilmek için, projeksiyon, doing-undoing, inkar, reaksiyon formasyon ve splitting gibi savunma mekanizmalarının yerleşmesine neden olur.

iii.Yakınlaşma Krizinin Bireysel Çözümleri

Krizin çözülmesi, gerçekçi özsaygının (self-esteem) ve sürekliliğin (self-constancy) ortaya çıkması ve gelişmesinde de önemlidir. Koşullar elverişli ise, çocuk yaşayabilen ayrı bir varlık olarak kimliğinin ne olduğu konusunda belirsizliğe düşebilir. Böyle bir belirsizlik, genellikle öz tasarımın (self represantation) yetersizliğine, özellikle öz sınırlarının ayrımlaşmasındaki yetersizliğe bağlıdır. Sonuçta, anne ile birleşme ve anne tarafından yutulma tehdidi üçüncü yılın ötesinde hala devam edebilir (Mahler ve ark., 1975 ). Yakınlaşma krizinin çözümlenememesi özsaygıda da azalmaya yol açar. Saldıganlık öyle bir biçimde başıboş kalmıştır ki 'iyi' nesne ile birlikte, 'iyi' öz tasarımını da silip süpürür (Mahler,1971). Sağlam ikincil narsizm ve özsüreklilik yönündeki düzgün gelişme zedelenir. Üçüncü alt dönemin sonunda, çocuk ilk basamak kimlik oluşumunu tamamlamıştır. Yani ayrı ve yaşayan bir varlık olarak kendisinin farkındadır. Aynı zamanda ikinci basamak kimlik oluşumu da başlar; bir kız veya erkek çocuğu olarak cinsel kimliği belirir. Ancak bu oluşum fallik-oedipal döneme kadar tamamlanmaz.

Yaklaşma krizinin çözülmesiyle splitting düzeneğinin yerini represyon alır. Böylece ilk kez intrapsişik çatışmalar ve geçici nevrotik semptom oluşumu ile karşılaşırız (McDevitt ve Mahler, 1989) Eğer yaklaşma döneminin en önemli sorunlarından olan 'ambivalans' ve 'splitting' çözümlenmezse, özdeki ve nesnelerle ilgili süreklilik duygusu ve psişik yapının gelişimi bozulur, oedipal çatışmaların çözümü güçleşir. Böylece latent dönem ve ergenlikte ya narsistik yönde nevrotik semptomlar gelişir, ya da borderline belirtiler ortaya çıkar (Mahler ve ark. ,1975). Yeniden yaklaşma alt döneminin sonunda id ve ego ayrışmıştır. Ego birçok işlev üstlenmiştir. Niyetlenme ,dürtü boşalımını erteleyebilme ve baskılamanın erken formları belirir. Ayrıca regresyona karşı bir direnme ve engellemelere, anksiyeteye ve ambivalansa karşı dayanabilmenin başlangıcını da görmek mümkündür.

Bu altdönemin sonunda kısım kısım algınagelen nesne, 'iyi' ve 'kötü' yönleri ile nesne halinde bütünleşir. Ayrıca beden kısımları ile selfin 'iyi' ve 'kötü' yönleri de bütün bir self şeklinde birleşir. Daha sonra, dördüncü alt dönemde, selfin ve objenin daha yüksek bir psikobiyolojik ve sosyal gelişim basamağında bütünleşmesi beklenir.Bu bütünleşme, daha önceki self ile objenin sembiyozundan çok daha farklıdır. Burada self daha büyük bir bütünün, aile ve toplumun bir parçası gibi hissedilir. Self ve obje sürekliliği ile birlikte, bu daha üst düzeydeki bütünleşme çocuğu, yeniden yaklaşma krizine özgü çaresizlik ve yalnızlık tehditlerinden kurtarır. Kural olarak, çocuk artık regresif sembiyotik yutulma tehlikesine karşı savaşmak zorunda değildir. İçsel ve dışsal olarak sevgi nesneleriyle yakın bir ilişki kurmuş, aynı zamanda özerklik kazanmış ve birey olmaya başlamıştır.

Yakınlaşma dönemi ve krizinin klinik sonuçları birkaç etkene bağlıdır. Bunlar;

1- Libidinal nesne sürekliliğinin gelişmesi,

2- Daha sonraki düş kırıklıklarının niceliği ve niteliği, (zorlar ve örselenmeler)

3- Olası ağır örselenmeler ( yaşamın ileriki dönemlerinde karşılaşılan travmatik olaylar. Örn; Ameliyat, anne veya baba kaybı vs...)

4- Kastrasyon anksiyetesinin yaşanma derecesi,

5- Oedipus karmaşasının yaşanma şekli ve sonlanışı,

6- Ergenliğin gelişimsel krizleridir.

Bu dönemdeki fiksasyon ve durmalar hem narsistik kişilik, hem de borderline kişilik bozukluklarının gelişiminde rol oynar. Bu döneme ait bu iki bozukluğa özgü belirtiler kümesi benzer olup manuplasyon ,idealizasyon, özlem(envy),ağır derecede splitting ve ben-iddiacılık gibi patolojik derecede zararlı davranışlar ve savunmalar görülebilir.
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 06-01-2006, 09:08   #8
Epidermoid_Karsinom
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan Devami (son)

D.EMOSYONEL NESNE KALICILIĞI VE BİREYSELLEŞMENİN PEKİŞMESİ ALTDÖNEMİ

(25 AY - 3 YAŞ)

Bu alt dönemin ayrışma bireyselleşme açısından iki aşamalı fonksiyonu vardır. Çocuk için ulaşılması ve başarılması beklenen hedefler şunlardır:

1- Çocuğun bireyselliğini farketmesi ve bu bireyselliğinin sürekliliğini sağlamayı başarması. ( Bazı yönlerden yaşam boyu sürecek özellikleri bulunan belli bir birey olma niteliği kazanılır)

2- Çocukta belli bir oranda nesne kalıcılığının sağlanması ve bunun da sürekliliğe ulaşmasıdır (Mahler ve ark. ,1975 ).

Nesne kalıcılığı, sevgi nesnesinin tasarımının saklanması ve iyi-kötü nesne tasarımlarının bir bütün halinde tek bir nesne tasarımı içinde korunması ifade edilir. Vefa, unutulmamak, iyi ve kötü yanlarının bir kişinin akılda ve yürekte tutulması anlamına da gelir.



Emosyonel nesne devamlılığının belirleyicileri şunlardır;

1-İnanç ve güvenin gelişmesi: Gereksinimlerin düzenli ve yeterli bir şekilde giderilmesi, gerilimlerin azaltılmasıyla bebeğin intrapsişinde giderek iyi nesne (anne ) tasarımlarının yerleşmesi sağlanır.

2- Bu da çocukta kavrama, yargılama, bellek ve çözümleme süreçlerinin (kognitif süreçler) gelişimiyle, nesnenin sembolik tasarımlarının kalıcılığını sağlar.

Bu alt dönemdeki çocuk öz yönünden ele alındığında oldukça ileri bir ego yapılanmasını gösterir. Ayrıca anne-baba isteklerinin içselleştirilmesine ilişkin kesin işaretler vardır. Bunlar süperego öncüllerinin oluşumunu gösterir. Emosyonel nesne sürekliliğinin gelişmesi oldukça karmaşık bir süreçtir. Ama çoğunlukla üç yaşındaki normal bir çocukta nesne sürekliliği sağlanmıştır ve A.Freud' a göre üç yaş çocuğu ana okuluna gitmeye hazırdır (Mahler ve ark. ,1975). Ayrışma bireyselleşme sürecinin bu dördüncü alt dönemi, ilk üç alt dönemden farklıdır. Çünkü sonu açıktır, yani belli bir noktada sonlanmaz. Bu dönemde sözel iletişim, hayal kurma, gerçeği değerlendirme gibi karmaşık bilişsel işlevler ortaya çıkar. Büyüklerin isteklerine etkin olarak karşı koyma, özerklik isteği (birçok zaman hala gerçekçi olmayan bir biçimde) sürmektedir. Yineleyici hafif ya da ılımlı karşı koyuculuk(negativizm), bu dönemin özelliklerindendir ve kimlik duygusunun gelişmesi için gerekli gibi görünmektedir. Ayrıca çocuk anal ve fallik dönemden de geçmektedir.

Önceden yaşanmış ve yaşanmakta olan olaylar üç yaş çocuğunun birey olma şeklinin derecesini belirler. Tuvalet eğitimi ile ilgili sorunlar ve anatomik cinsel farklılığın anlaşılması, bazı güçlükleri beraberinde getirir. Anatomik cinsel farklılık kız çocuğunun narsizmine bir darbe, erkek çocuğun bedenini bir bütün olarak kabullenmesinde bir tehlikedir ( Mahler ve ark.,1975 ).

Üçüncü yıla kadar, her çocuğun yaşamında, annesinin değişik derecelerde empatik kişiliğine ve annelik kapasitesine bağlı olarak, şimdiye kadarki yaşantılarının sonucunda oluşmuş belli bir ruhsal yapılanma meydana gelmiştir. Bu, babayı ve tüm aileyi de içerir. Çoğunun tepkileri rastlantısal ama bazen zorunlu olaylardan (hastalıklar, cerrahi girişimler, kazalar, anneden ya da babadan ayrılma ), yani yaşanılan durumlardan büyük ölçüde etkilenir.Sonuçta ruh sağlığı ve patolojisinde, çocuğun birey olarak getirdiği özellikler, ilk yıllardaki anne-bebek ilişkisinin özellikleri ve büyüme sürecindeki pozitif ve negatif değerli yaşantısal olayların rolü büyüktür. Bu tür yaşantısal olaylar, bir bakıma çocuğun kaderini çizer. Bu çizgide sonsuz çeşitlilik ve tekrarlarla kendini gösteren yaşam temaları, yaşamı boyunca yüklendiği görevleri bulunur (Mahler ve ark. ,1975).

Gelişim dönemleri, nesne ile ilişki dönemleri ve psikiyatrik bozukluk tipleri arasındaki ilişkiler

Çeşitli dönemlerdeki tipik psikopatoloji
Nükleer Kişilik bzk.ları
Şizofreni Reaktif ¯

Nevrozlar

Şizofreni Primer affektif ve ¯

¯

ß ß paranoid bzk.lar Borderline ¯ Narsistik ¯

ß ß bzk.lar ß ¯ Kişilik ¯

Nesne ilişkileri yolu
Haz veya ağrıya ilkel tepki Kendilik ve Nesne birleşimi O O
Kendilik-nesne ilişkisinde tamamiyla iyiye karşı tamamiyla kötü
O O
O O

Kendilik ve nesne farklılaşır: iyi ve kötü yönler bütünleşmez
O O
Gelişim yolu
Tam otizm
Sembiyotik
dönem
Ayrılma-bireyselleşme dönemi
Barışma

dönemi
Nesne

devamlılığı

Zaman
Aylar
Yıllar


K: Kendilik (Self) N: Nesne (Object)

KAYNAKLAR

Akhdar S.(1988) ,Some reflections on the theory of psychopatology and personality development ın Kohut's self patology. New concepts in Psychoanalytic Psychotherapy (226-252)
Chatman P.M.(1985), Treatment of the Borderline Personality .
Freud A.(1980),Child analysis as the study of mental growth(normal and anormal). The Course of Life ;Psychoanalytic Contributions Toward Understanding Personality Development , (1-31).
Goldstein WN,(1988) Kernberg on the borderline: A simlified Version, New Concepts in Psychoanalytic Psychotherapy, (168-186).
Lester E.P. ,(1977),Seperation-Individuation and Cognıtıon .
Mahler M.S.,(1968) On Human Symbiosis and the Vicissitutes of Individuation.
Mahler M.S.,(1971) A Study of Seperation-Individuation process and ıts application to borderline phenomena in the psychoanal. study child, 26:403-424
Mahler M.S.,(1974) Symbiosis and ındividuation :The psychological birth of the human infant. Psychoanal. study child ,29:89-106
Mahler M.S., McDevitt J.B.(1989) The seperation - individuation process and identy formation . The Course of Life , Cilt :2 (19-35 )
Mahler M.S.,Pine F., Bergman A.(1975) The Psychological Birth of the Human Infant.
McDevitt


Jean PİAGET
Dr. Hüsnü KURTULUŞ
Öğrenmenin gizini keşfetti İnsanin öğrenme sürecinin ve çocuklara özgü, sevimli ancak mantığa aykırıymış gibi görünen kavramların ardındaki giz perdesini araladı.

Felsefe ve ruhbilimin öncülerinden sayılan İsviçreli bilim adamı Jean Piaget meslek yaşamının büyük bir bölümünü çocukları dinleyip, gözleyerek ve dünyanın her kösesinden bilim adamlarının aynı konuda hazırladıkları bilimsel yayınları inceleyerek geçirdi. Piaget sonuçta; çocukların, yetişkinlerden çok farklı düşündüklerini ortaya koydu.

Kendilerini ancak dile getirebilen binlerce çocukla yaptığı görüşmelerden sonra, Piaget söz konusu yaş grubunun dışa vurdukları şirin, ancak mantığa aykırıymış gibi gelen görüşlerinin ardında kendilerine özgü bir düzen ve mantığı olan düşünce süreçlerinin yatabileceği sonucuna vardı. Einstein bunu, "yalnızca bir dahinin akıl erdirebileceği basitlikte bir buluş" olarak nitelendirdi. Piaget'nin ortaya attığı görüş, zekânın özünde yatan işlevlere yeni bir pencere açtı.

KATKILARI

10 yaşında yayımladığı ilk bilimsel raporundan 84 yasında ölümüne dek uzanan, yaklaşık 75 yıllık yoğun bir araştırma süreci sonunda Piaget gelişimsel ruhbilim, bilişsel kuram ve genetik bilgi kuramı (epistemoloji) adı verilen birçok yeni bilim dalının gelişmesine katkıda bulundu.

Eğitim konusunda "düzeltici biri" sayılmasa da, Piaget günümüzde eğitime yeni bir çehre getirilmesini hedefleyen eylemlerin temelini oluşturan çocuk düşünce biçimini su yüzüne çıkarttı. Çağdaş insan bilimcilerinin ortaya attıkları "soylu yabanıllar" ve "yamyamlar" türü öykülere kıyasla, Piaget çok farklı bir görüş ortaya attı. Bu açıdan ele alındığında, Piaget'nin çocukların düşünce biçimini ilk kez ciddiye alan bir bilim adamı olduğu söylenebilir. Çocuklara aynı ilgiyle yaklaşan Amerikalı John Dewey, İtalyan Maria Montessori ve Brezilyalı Paulo Freire gibi bilim adamları okullarda hemen bir değişime gidilmesi yönünde çok daha yoğun bir çaba harcamalarına karsın Piaget'nin eğitime katkısı çok daha etkili oldu.

Jean Piaget'nin çocukların bilgiyle doldurulacak boş çuvallar olmayıp bilginin etkin yapıcıları oldukları, sürekli olarak kendilerine özgü kuramlar yaratıp bunları sınadıkları yönündeki görüşü kuşaklar boyunca eğitimciler tarafından saygıyla karşılandı. Freud ya da B. F. Skinner denli ünlü olmasa da, ruhbilime katkısı uzun ömürlü oldu. Bilgisayarlar ve Internet çocuklara giderek çok daha geniş kapsamlı sayısal dünyalara ulaşma olanağı tanırken, Piaget'nin öne sürdüğü görüşler çok daha belirgin bir önem kazandı.

DAHİ ÇOCUK

Piaget İsviçre'nin Fransız kesimindeki, şarap ve saatleriyle tanınan Neuchatel bölgesinde yetişti. (1896-1980) Babası ortaçağ bilimleri profesörü, annesi ise katı bir Kalvinist idi. Küçük yasta doğa bilimleriyle yakından ilgilenen dahi bir çocuktu. 10 yaşındayken gerçekleştirdiği gözlemler yalnızca üniversite kitaplarında açıklamaları bulunabilecek türde çalışmalardı. Kitaplık görevlisinin kendisine bir çocukmuş gibi davranmasına son vermek amacıyla albino serçelerin görüş gücü üzerine kısa bir not yayımladı ve amacına ulaştı. Doktorasını hayvan bilim konusunda yapan Piaget, herhangi bir şeyi kavramanın tek yolunun o şeyin nasıl evirildiğinin anlaşılması olduğunu savunan görüşünü ortaya attı.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra Piaget ruhbilimle ilgilenmeye başladı. Zürich'e giderek Carl Gustav Jung & apos;un derslerine katıldı, ardından Paris'e giderek mantık ve ruhsal bozukluklar konusunda eğitim görmeye başladı. Alfred Binet 'nin çocuk ruhbilimi laboratuarında Theodore Simon ile birlikte çalışan Piaget aynı yaştaki Paris'li çocukların doğru-yanlış seçenekli zekâ testlerinde benzer yanlışlar yaptıklarının ayırdına vardı. Onların uslama sürecinden son derece etkilenen bilim adamı çocuğun kafa yapısının özüne inilerek insanın öğrenme sürecinin su yüzüne çıkartılabileceğini öne sürdü. Bu arada İsviçre'li bilim adamları, çocukları oynarken inceden inceye gözleyip kullandıkları sözcükleri ve sergiledikleri davranış biçemlerini kaydetmeye başladılar.

RÜZGÂR NASIL OLUSUR?
En tanınmış deneylerinden birinde Piaget çocuklara "Rüzgâr nasıl oluşur" diye soruyor ve karşılıklı konuşma söyle sürüyordu:
Piaget: Rüzgâr nasıl oluşur?
Julia : Ağaçlar.
Piaget : Nereden biliyorsun?
Julia : Onları kollarını sallarken gördüm,
Piaget : Bu nasıl rüzgâr oluşturuyor?
Julia : (Elini yüzünün önünde sallayarak) İste böyle. Ama onların kolları daha uzun. Hem daha çok ağaç var.
Piaget : Okyanuslardaki rüzgâr nasıl oluşuyor?
Julia : Karadan oraya esiyor. Yok,yok. Dalgalardan...
Piaget, erişkin ölçütlerine aykırı olmakla birlikte, Julia'nin görüşlerinin "yanlış da sayılamayacağını", bunların oldukça mantıklı ve çocuğun bilgi edinme sürecine uygun olduğunu gördü. Çocuğun bilgisini sınarken "doğru" ya da "yanlış" biçiminde bir ayrıma gidilmesi olayın tam olarak kavranamaması ve çocuğa yeterince saygı gösterilmemesi demekti. Piaget'nin amacı, rüzgarla ilgili sohbetten yola çıkarak, çocukların sözel bir açıklama getirmede erişkinler denli becerikli olamadıklarında başvurdukları yöntemlerle ilgili bir kuram oluşturmaktı.
ÇOCUĞA NASIL DAVRANMALI?
Kendisi bir eğitimci değildi ve böylesi durumlarda nasıl bir tavır takınılması gerektiği yönünde asla kurallar koyma yoluna gitmedi. Gelgelelim, çalışmaları büyüklerin çocuğun davranışlarını hemen düzeltme yoluna gitmelerinin son derece yanlış olabileceğini, onlara kendi kuramlarını oluşturma olanağını tanımanın çok daha yararlı olduğunu ortaya koyuyor. Piaget bu görüşünü belirtirken, "Çocuklar yalnızca kendi keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda kavrayabilirler. Onlara bir şeyleri şipşak öğretmeye kalkıştığımızda, bu şeyleri kendilerinin yeniden keşfetmelerini engellemiş oluruz." demiştir.
Piaget'in izinden gidenler çocukların, nesnelerin gözden yittiklerinde yok oldukları, ayla güneşin insanı sürekli izlediği, büyük şeylerin yüzdüğü ve küçüklerin dibe çöktüğü türünde ilkel fizik yasalarına son suz bir hoşgörüyle yaklaşırlar. Einstein, kendi geliştirdiği görecelik kuramının mantığa aykırı gelmesinden olsa gerek, özellikle de Piaget'nin yedi yaşındaki çocukların daha hızlı gitmenin daha çok zaman aldığı konusunda diretmeleri yönündeki görüsünden çok etkilendi.
Hemen hemen her eğitimci Piaget'nin çocuğun gelişimiyle ilgili olarak öne sürdüğü dört aşamayı ezbere bilse de, onun çok daha önemli görüşleri, belki de eğitimciler tarafından "çok ağdalı" bulunduğu için, pek iyi bilinmez.
BİLGİ KURAMI
Piaget asla kendisini bir çocuk ruhbilimcisi olarak görmedi. Onun asıl ilgi alanı, Piaget bu konuya el atıp onu bir bilime dönüştürünceye dek, tıpkı fizik gibi felsefenin bir dalı olarak ele alınan bilgi kuramı idi. Piaget, bilgiye ulaşmanın birden çok yolu olduğunu ve bunların yargılama yoluna gidilmeden bir bilim adamının titizliğiyle incelendiğini öne süren, bir tür göreli bilgi kuramını oluşturdu. Piaget'den bu yana söz konusu alanın sınırları kadınlara özgü düşünce biçimleri, Afromerkezli düşünce biçimleri, dahası bilgisayara özgü düşünce biçimleri gibi konularla daha da genişledi. Gerçekten de, yapay zekâ ve zekânın bilgi işlem modeli Piaget'ye sanıldığından çok daha fazla şey borçludur.
Piaget'nin geliştirdiği kuramın özünde, çocukların bilgiye ulaşma yöntemlerinin derinliklerine inilmesinin genelde bilginin nasıl oluşup geliştiğine ışık tutacağı görüşü yatmaktadır. Bu görüşün gerçekten de bilginin daha iyi kavranmasına neden olup olmadığı ise, Piaget ile ilgili her şey gibi, tartışmalı bir konudur.
Son on yıldır Piaget'nin görüşlerine bilginin beynin içsel bir öğesi olduğu yönünde bir görüşle karşı çıkılıyor. İncelikli deneyler yeni doğan bebeklerin Piaget'nin çocukların oluşturduklarına inandığı bilgilerin bir bölümüne doğuştan sahip olduklarını ortaya koyuyor. Ne var ki, bilişsel kuram alanında Piaget'nin günümüzde de dev konumunu koruduğuna inananlar için, bebeğin doğuşta sahip olduğu bilgi ile erişkinlerin sahip olduğu bilgi arasındaki fark öylesine büyüktür ki, yeni buluşlar bu açığı kapatmak söyle dursun, olaya daha da gizemli bir boyut kazandırmaktadır.


PİAGET'İN GELİŞİM MODELLERİ:

1.Duyusal-motor dönem ( sıfır-iki yaş arası):

Bu dönemde bebek, farkındalığın hiç olmadığı bir dönemden yakın çevresindeki duyusal motor eylemleri gerçekleştirebilme yetisine sahip, nispeten uygun bir düzene geçer. Bu, pratik bir düzendir ve çevresel fenomenlerin sembolik kullanılışlarından çok, onlara basit algısal ve motor uyumları gerektirir. Duyusal-motor dönemin sonlarına doğru sembolizasyona doğru aşamalı bir geçiş görülür. Doğumdan birinci aya kadar reflekslerin yeterliliğine ihtiyaç vardır. Bu dönemde dahi, piaget'nin dile getirdiği bebeğin pasif değil aktif bir varlık olarak kendisinin dönüşlü eylemi başlatmasıdır.

Duyusal motor dönemin ikinci aşaması birinci aydan dördüncü aya kadar olan bölümdür. Bu dönemde birincil sirküler tepkiler ortaya çıkar. Bunlar bebeğin bedeni bunlar odağı bedeni olan ve düşünce olmadan, gerçekleşen uyum yerleşene kadar tekrar edilen sirküler eylemlerdir. Bu eylemler amaçsızdır. Birincil sirküler eylemlere sürekli başparmağı emme yada battaniyeyi parmaklarının arasına alıp oynama gösterilebilir.

Duyusal motor dönemin üçüncü dönemi dört ve sekizinci ayları kapsar ve daimi bir istemliliğin artışıyla kendisini gösterir. Önemli nokta ikincil sirküler tepkilerin gelişmesidir. Bu dönemdeki tepkiler öncelikle vücudu odak almaktan çok çevreyi tanımaya ve nesneleri kullanmasını gerektirir. Bu nedenle ikincil tepkiler olarak adlandırılırlar. Bu dönemdeki eylemlerde sirküler olarak tanımlanırlar çünkü; birbiri ardına tekrar edilen eylemlerdir. Örnek olarak karyolasının üzerinde asılı oyuncağı hareket ettirmek için devamlı kollarını sallayan bir bebek gösterilebilir.

Duyusal motor dönemin dördüncü aşaması sekizinci ve on ikinci ayları kapsar. İkincil tepkilerin eşgüdümünü gerektirir. Araçlar ve sonuçlar net bir şekilde ayırt edilir. İlk kez amaca yönelik hareket eder ve basit sorunları çözmeye başlar. Daha önceleri eylemin ayrık olan şemaları (belli bir sorunu çözmek için kullanılan genel yanıt ), bu aşamada ben ve ben olmayan ayrılmaya başlar. Nesne devamlılığı kazanılır. Bebek görüş alanından çıkmış bir nesneyi izlerse, nesnenin kendi eylemlerinden ayrı bile olsa hala nesnel bir varlığının olduğunu fark etmeye başlar.

Nesne devamlılığı dördüncü aşamada tamamen çözümlenemez. Bu dönemde nesnenin hareketleri bir parça karmaşık olursa zorluk çeker. Duyusal motor dönemin beşinci aşaması olan on iki-on sekizinci aylar arasında bebek şu gerçeğin farkına varır. Bir nesne uzamsal olarak yer değiştirse de hala devamlılığını koruyabilir. Böylelikle nesnenin değişmezliği daha iyi saptanmaktadır. Artık süreklilik bebeğin nesneyi tek belirli bir yerde bulmadaki eski başarısından ayrı şeydir. Beşinci aşamanın bir diğer yönü üçüncü sirküler tepkilerin gelişimidir. Bu tepkiler yeni nesneleri ve olayları tanımada yani bir başka deyişle yeniliği merak etme, üçüncü sirküler tepkinin karakteristiğidir.aktif deneme yanılma yoluyla bebek hedefe ulaşmanın yeni yollarını bulur. Oysa bu davranışlar dördüncü aşamada daha bir basmakalıptır. Bebek, yeni değişimle, bu değişimin nesneyi ya da onu edinme yeteneğinin nasıl etkileyeceğiyle ilgilenir.

Altıncı aşama iki yaşa kadar olan aşamadır. Bu dönem açık eylemden örtülü soyut betimlemeye geçişle tanımlanır. Çocuk yakın çevresinde bulunmayan nesneleri betimlemek için soyut sembollerden yararlanabilmektedir. Amaçlı faaliyet için mevcut deneyimin sınırlandırılması azaltılır.

Çocuk birkaç sembolik şekil aracılığıyla o an mevcut olmayan modeli betimleyebilme yetisine sahiptir. Bu dönemde soyut betimleme ve icadın ortaya çıkmasıyla çocuk belirli bir davranışı gerçekten eyleme dönüştürmeden önce eylem ya da durumları simgelerle ifade edebilmektedir. Duyusal motor dönemin bu son aşamasında nesne devamlılığı kavramı daha açık bir biçimde yerleşmektedir. Artık çocuk uzamsal olarak yeri değiştirilmiş nesneyi en son saklandığı yerde değil, en son gözden kaybolduğu yerde arayacaktır.



2- işlem Öncesi Dönem : ( iki -yedi yaş arası)

kavram öncesi aşama iki yaşından dört yaşına kadar olan dönemi tanımlar ve işlem öncesi dönemin iki alt döneminden biridir. Bu aşamada çocuk dil yeteneklerini ve sembol oluşturma becerisini geliştirir. Belirteçleri ( nesnel durum, objelerin yerine geçen kelime ve imgeler) anlamlardan ( bu kelime ve imgelerin ima ettiği algılanamayan durumlar-olaylar ) ayırt etmeye başlar. Bu dönemde bebek şu gerçeğin farkına varır. Bir nesne uzamsal olarak yer değiştirse de hala kendi devamlılığını koruyabilir. Sembolik işlevin ortaya çıkması, çocuğu yakın çevrede fiziksel nedenlere göre davranmaktan bağımsız kılar. Sembolik işlev çocuğun geçmiş deneyimini şimdiki durumlara uygulamasına olanak tanır. Bu düzeyin bir diğer temel özelliği modellemenin gittikçe daha az belirgin olması ve artan biçimde içselleşmesidir. Oyun esnasında hayal gücü ortaya çıkar. Çocuk nesnelere, kendileri dışındaki olguların sembolleriymişçesine davranma yetisi geliştirir. ( süpürgeyi at olarak kullanabilir.) bu düzeyde çocuk gittikçe artan bir biçimde dış dünya ve kendi eylemlerinin soyut betimlemelerini denemeye başlar. Fakat düşünce olgun düşünceden oldukça farklıdır. Örneğin Piaget tarafından "suncretism" olarak tanımlanan birbirinden farklı şeylerin aynı kümelerde toplanması ( mutfaktaki tencere, bisküvi, paspas vb. bir gruptur) gibi, kavram öncesi düşünce aynı zamanda ben merkezcidir. Çocuk sadece kendi bakış açısıyla düşünür ve kendini diğer bir kişinin yerine koyma yetisine sahip değildir. Yani kendisini eleştiremez. Kavram öncesi düşünce aynı zamanda, odaklaşma eğilimindedir. Bir sorunun çok yönlü boyutu asla ele alınamaz. Tekil özellikler çok boyutlu, bütünleşmiş bir modelle, bir araya getirilemez.

Sezgisel aşama, işlem öncesi iki alt bölümün yaklaşık dört yaşından sekiz yaşına kadar olan ikinci aşamasıdır. Bu somut işlemler düzeyine hazırlık dönemidir. Bu dönemde, önceki dönemde olduğundan daha karmaşık düşünceler ve imgeler oluşturulur ve çocuk devamlı kavramsallaştırma yeteneğini geliştirir. Temel bir sınıf ve sınıf oluşturma içerme kavramı yerleşir. Fakat; mantıksal ya da ilişkisel nedenlere bağlı değil algısal benzerliğe dayanmaktadır. Örneğin çocuk deniz yıldızını türe dayalı karşılaştırma ve sınıflandırma yerine kaya ya da taş benzeri nesnelere olan benzerliğinden dolayı onu bir çeşit taş olarak sınıflandırabilir. Bu dönemin bir başka özelliğide düşüncenin tersine çevrilememesidir. Yani tek yönlüdür.

Bu dönemdeki bir çocuğa aynı miktarda su; önce biraz dar ve sonrada biraz geniş olan bir kaba boşaltılıp çocuğa hangisinde daha fazla su olduğu sorulursa çocuk dar ve uzun olan kabı gösterecektir. Burada algısal olarak bir boyutuna odaklaşan çocuk iki yada fazla boyut arasında düzen sağlama yetisinden yoksundur.

Sezgisel aşamada çocuklar korunumu kavrayamayabilirler. Çünkü nicelik ya da miktar gibi soyut kavramları tanımlama yetenekleri de sorunun algısal nitelikleriyle sınırlıdır. İşlem öncesi dönemdeki çocuk asıl durumu eskisi haline getirecek işlemden haberdar değildir.



3- Somut işlemler Dönemi : ( yedi ile on bir yaşları arası)

Bu dönemde çocuklar mantıksal düşünüşün temellerini atarlar. Bir önceki dönemle arasında hayli fark vardır. Somut işlem dönemindeki çocuk algıya dayalı değişimlere rağmen niceliğin değişmeden kaldığı fikrini kavrar. Yine bu dönemde işlemleri ters olarak düşünebilir. Artık aynı hacimdeki ince uzun kapla geniş kap arasında hacim olarak fark olmadığını bilir.

Bir önceki dönemle ayıran bir başka özellikte ayırt edilen sınıf ve sınıfsal içerme kavramının çocuk tarafından geliştirilmekte olmasıdır. Parça bütün ilişkiside aynı anda düşünme yeteneğinin gelişmesiyle paralel gelişim gösterir.

Diğer farklar ise; ilişkisel terimleri kullanma yeteneği gelişir işlem öncesi dönemdeki çocuk ilişkisel ifadelere nesnelerin mutlak nitelikleri olarak bakar. ( daha koyu yada daha geniş gibi ), yine bu dönemdeki çocuk nesneleri ağırlık, büyüklük veya niceliksel başka özelliklere göre sıralama yeteneği vardır. Piaget bu kavramsal yeteneğe "serileme" demiştir. Son olarakta somut işlemler dönemindeki çocuk bir dizi eylemin soyut betimlemesinden de faydalanabilmektedir.

Somut işlemler somut fenomenlere genelde yakın zamanda meydana gelen durumlara göre yapılanır ve düzenlenirler. İhtimali göz önüne alma veya gelecekteki olaylara yada durumlara değinme daha çok faaliyet alanıyla kısıtlanmıştır.



4- Soyut İşlemler Dönemi : ( on bir ile on beş yaş arası)

bu dönemin en genel niteliği gerçeğin tüm olasılıklar dizisinden sadece bir tanesi olduğunu kavrayıştır. Gençlik çağlarındaki uslamlama tümdengelimsel hipotezdir.

Bu dönemdeki düşünce her şeyin ötesinde önerme niteliği taşır. Yani genç birey karşılaştığı ham bilgileri düzenlenmiş ifadelerde veya önermelerde kullanır ve sonra onlar arasında bağlar geliştirir. Aynı zamandada ara önerme özelliği taşır. Yani, ham bilgiden şekillenen önermeler arasındaki mantıksal ilişkileri gerektirir. Piaget bunları ikinci düzen işlemler olarak ifade eder. Soyut işlem düzeyindeki birey belirli bir sorunu çözmek için kombinasyonal analiz kullanabilmektedir. Kombinasyonel analizlerden ve basitleştirici kurallardan faydalanma yeteneği matematiksel düşüncenin alt yapısını biçimlendirir ve üst matematiksel uslamlamanın kavranması için kesin bir ön adımdır.

Bu dönemde düşünce mekanizmaları ile zihnin meşgul edilmesi soyut işlem dönemindeki bilişsel işleyişin başlıca özelliği olarak görülmektedir.
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 07-01-2006, 06:06   #9
aserkansatı
Guest
 
Mesaj Sayısı: n/a
Varsayılan

Uzun falan demeyip herkes okumalı...Sorun varsa yardımı olur...Dikkatle okunmalı.Sağol Emin...
  Alıntı Yaparak Cevapla
Eski 07-01-2006, 06:57   #10
mustfer
Kaptan
 
Üyelik Tarihi: 22.09.05
Mesaj Sayısı: 256
Varsayılan

Psikoloji, Piaget ve gelişim dönemleri... Okurken kendimi bir an öğrencilik yıllarımda zannettim. Sanki finallere hazırlanır gibi oldum... Bu bilgileri tekrar hatırlattığın için teşekkürler Epidermoid_karsinom...
__________________
Mustafa D. 1973
mustfer Çevrimdışı   Alıntı Yaparak Cevapla
Yanıtla

Sosyal Paylaşım

Konu Araçları
Görünüm Modları

Gönderme Kuralları
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
SimgelerAçık
[IMG] kodu Açık
HTML kodu Kapalı

Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Yanıtlar Son Mesaj
Biraz da sanat.. muratsadioglu TARTIŞMA, SOHBET ve HABERLER 24 21-01-2008 11:14
Biraz düşünmek istermisiniz?? Rauf Tabiatı ve Canlıları Koruma 7 07-10-2007 01:56
biraz da gülelim mufi TARTIŞMA, SOHBET ve HABERLER 1 15-09-2007 23:02
biraz da eğlenelim gokseldbuga Videolar 17 18-04-2007 10:27
Kartopu Oynayın Biraz da.... uzman TARTIŞMA, SOHBET ve HABERLER 3 31-01-2006 05:04


Saat 01:33.